1930 sayımlarına göre Romanya'da 176.931 Türk ve Tatar, 105.750 Gagavuz, Hıristiyan Ortodoks Türk yaşamaktaydı. Bunların çoğu Bessarabi ve Dobruca'da yaşıyordu. 1930'larda, Romanya ve Türkiye arasındaki anlaşmaya göre 117.095 Türk ve Tatar Türkiye'ye göç etti. II. Dünya Savaşı sırasında da 4201 kişi daha göç etti.
1992 sayımlarında Türk nüfusunun 54.181 olduğu belirlenmiştir. Romanya'dan göçü daha az olmasının sebebi Türk toplumuna göreceli olarak daha özgürlükçü bir ortamın sağlanıp, kültürel ve azınlık haklarının tanınmasıdır.
Doğu bloğunun çöküşüyle Romanya'dan göçün de şekli değişmiş, Türk göçünün yerini ticaret yapmak ve çalışmak için Türkiye'ye Romanya vatandaşlarının yasadışı göçü almıştır. Romen vatandaşlar tekstilden, turizme, ev işlerine, fuhuşça kadar çeşitli sektörlerde izinli veya izinsiz çalışmaktadırlar. Türkiye'yi seçmelerindeki en önemli faktörler hem Türkiye'nin vize uygulamasının olmaması hem de Türkiye'ye ulaşımın kolay olmasıdır.
17 Mayıs 2018 Perşembe
Balkanlardan (Yugoslavya) Türkiye'ye Göçler
1920'lerde yaklaşık 150 bin Türkçe konuşan Müslüman, çoğunluğu Makedonya'da olmak üzere Eski Yugoslavya'da yaşamaktaydı.1923-1933 yılları arasında yaklaşık 110 bin göçmen Türkiye'ye gelmiştir. II. Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında göç durmuş hatta yönetim tarafından engellenmiştir.
1950'lerde Yugoslavya'dan serbest göç başlamış, 1952-67 yılları arasında tamamı serbest göçmen olarak yaklaşık 175,392 kişi gelmiştir. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Yugoslavya'daki Türklerin tam nüfusunu belirlemek güç olmuştur, çünkü politik atmosfere göre Türkler kendilerini Pomak veya Arnavut olarak tanımlamışlardır. 1970 ve 80'lerde 4500 den daha az göçmen gelmiştir.
Eski Yugoslavya'dan en yoğun göç Bosna-Hersek savaşı sırasında yaşanmıştır. Fakat Balkanlardan gelenlerle karşılaştırdığımızda farklı bir nitelik arz etmektedir. Çünkü Bosna-Hersekli Müslümanlar yani Boşnaklar, Slav asıllı olup sonradan Müslümanlaşmış bir topluluktur. Fakat bir süre Osmanlı hakimiyetinde yaşadıkları için Türkleri tanımaktadırlar.
1991 yılı ortalarından sonra çeşitli Avrupa ülkelerine Bosna-Hersek'ten göç etmek zorunda kalan savaş mağduru veya tehdit altında kalan insanlar olmuştur. 1992 den bu yana Türkiye, ortak kültürel geçmişin varlığı ve "Müslüman ülke" olması nedeniyle Boşnakların "güvenli yer" olarak sığınma talebinde bulundukları ülkeler arasında yer almaktadırlar. Türkiye'ye yaklaşık 20.000 kişi gelmiştir. Avrupa ülkelerine kıyasla Türkiye'deki sığınmacı sayısı çok yüksek olmamakla birlikte "geçici sığınma statüsü" içinde yerleştirilmeleri sağlanan Bosnalı göçmenlerin bir kısmı Türkiye'de kalmayı ve vatandaş olabilmeyi istemektedirler. Savaşın bitiminden sonra Türkiye'deki Boşnaklar Mayıs 1996 dan itibaren ülkelerine dönmeye başladılar. 121 kişilik ilk grubu kısa sürede 2000 kişilik bir grup izledi.
Görüldüğü gibi daha önceden Balkan ülkelerinden gelenlerden farklı olarak Boşnakların hem geliş nedenleri (savaş), hem nitelikleri(Müslüman oluşları ama Türk olmamaları), hem değerlendirildikleri statü (sığınmacı), hem de beklentileri (Türkiye'yi nihai hedef olarak değil, başka ülkelere geçmek için bir basamak olarak görmüşlerdir.) farklılık arz etmektedir.
1950'lerde Yugoslavya'dan serbest göç başlamış, 1952-67 yılları arasında tamamı serbest göçmen olarak yaklaşık 175,392 kişi gelmiştir. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Yugoslavya'daki Türklerin tam nüfusunu belirlemek güç olmuştur, çünkü politik atmosfere göre Türkler kendilerini Pomak veya Arnavut olarak tanımlamışlardır. 1970 ve 80'lerde 4500 den daha az göçmen gelmiştir.
Eski Yugoslavya'dan en yoğun göç Bosna-Hersek savaşı sırasında yaşanmıştır. Fakat Balkanlardan gelenlerle karşılaştırdığımızda farklı bir nitelik arz etmektedir. Çünkü Bosna-Hersekli Müslümanlar yani Boşnaklar, Slav asıllı olup sonradan Müslümanlaşmış bir topluluktur. Fakat bir süre Osmanlı hakimiyetinde yaşadıkları için Türkleri tanımaktadırlar.
1991 yılı ortalarından sonra çeşitli Avrupa ülkelerine Bosna-Hersek'ten göç etmek zorunda kalan savaş mağduru veya tehdit altında kalan insanlar olmuştur. 1992 den bu yana Türkiye, ortak kültürel geçmişin varlığı ve "Müslüman ülke" olması nedeniyle Boşnakların "güvenli yer" olarak sığınma talebinde bulundukları ülkeler arasında yer almaktadırlar. Türkiye'ye yaklaşık 20.000 kişi gelmiştir. Avrupa ülkelerine kıyasla Türkiye'deki sığınmacı sayısı çok yüksek olmamakla birlikte "geçici sığınma statüsü" içinde yerleştirilmeleri sağlanan Bosnalı göçmenlerin bir kısmı Türkiye'de kalmayı ve vatandaş olabilmeyi istemektedirler. Savaşın bitiminden sonra Türkiye'deki Boşnaklar Mayıs 1996 dan itibaren ülkelerine dönmeye başladılar. 121 kişilik ilk grubu kısa sürede 2000 kişilik bir grup izledi.
Görüldüğü gibi daha önceden Balkan ülkelerinden gelenlerden farklı olarak Boşnakların hem geliş nedenleri (savaş), hem nitelikleri(Müslüman oluşları ama Türk olmamaları), hem değerlendirildikleri statü (sığınmacı), hem de beklentileri (Türkiye'yi nihai hedef olarak değil, başka ülkelere geçmek için bir basamak olarak görmüşlerdir.) farklılık arz etmektedir.
Balkanlardan (Bulgaristan) Türkiye'ye Göçler
Türk azınlığın en yoğun olduğu Balkan ülkesi Bulgaristan'dır. Cumhuriyet döneminde Türk-Bulgar ikamet sözleşmesiyle göçler bir süre düzene girmiş, dostluk anlaşmasıyla da Türklerin hakları güvence altına alınmıştır. İkamet sözleşmesiyle Bulgaristan'dan gelmek isteyenler Türkiye'ye serbestçe göç etmişler ve mallarını tasfiye etmişlerdir. 1923-1939 döneminde toplam 198.688 göçmen soydaş gelmiştir.
II.Dünya savaşını izleyen yıllarda da göçler devam etmiş ancak Bulgaristan'ın yurtdışına çıkışları hemen hemen yasaklamasından dolayı yıllık ortalama ancak 2100 göçmen gelebilmiş, gelenlerin çoğu da pasaportsuz olarak kaçmıştır. Aslında göç talebi çok yüksek olsa da1939-1949 arasında sadece 21.353 kişi Türkiye'ye gelmiştir. Bu dönemdeki göç talebinin nedeni Bulgaristan'daki iktidar partisi Komünist Partinin Türkler üzerindeki politik, kültürel ve dinsel baskısıdır. Köylü Türklere ağır vergiler getirilmiş, ürünlerinin büyük bölümünü devlete vermeleri için baskı yapılmıştır.
Bulgaristan'dan Türkiye'ye en yoğun göç olayı 1950'lerin başlarında yaşanmıştır. 10 Ağustos 1950 de Bulgaristan Türkiye'ye nota vererek 250 bin Türkün gönderileceğinin 1925 tarihli anlaşmaya dayanarak bunların 3 ay içerisinde kabul edilmesi gerektiğini bildirmiştir. İki ay içerisinde 150.000-155.000 Türk, Bulgaristan'dan ayrılmış, Türkiye ikinci ayın sonunda sınırı kapatmak zorunda kalmış, ancak aradan iki ay geçtikten sonra vizesi olanlar için sınırı yeniden açma kararı almıştır. 30 Kasım 1951'e kadar 154, 393 kişi Türkiye'ye gelmiştir. Bulgaristan'ın Türk azınlığı göçe zorlamasının nedeni Türkiye'nin Batıya yakınlaşmasının Bulgaristan'ın saflarında olduğu Rusya'yı rahatsız etmesi ve Bulgaristan aracılığıyla Ankara'ya baskı uygulama politikasıdır. Görüldüğü üzere Balkanlardan Türkiye'ye yönelen zorunlu göçler tamamen siyasi konjonktürün ürünüdür.
1951 de Stalin'in ölümüyle de bağlantılı olarak, Bulgaristan'da bir yumuşama görülmüş, bu sürede göçler yavaşlamış, 1952-60 yılları arasında sadece 93 kişi göç etmiştir.
1950-51 döneminde Bulgaristan'dan gelenlerin yakınları orda kalmış ve parçalanmış aileler oluşmuştur. Bu ailelerin birleştirilmesi amacıyla 21 Ağustos 1966'da Türk-Bulgar ikili bildirisi yayımlanmış, Mart 1968'de "Türkiye-Bulgaristan Yakın Akraba Göçü Anlaşması" imzalanmıştır. Bu kapsamda 1968'den 1979'a kadar 120.000 soydaş Türkiye'ye gelmiştir.
Bulgaristan'ın "sosyalist tek ulus devlet" kurma projeleri dahilinde 1980'lere gelindiğinde asimilasyon kampanyaları hız ve şiddet kazanmıştır. Asimilasyon politikası geleneksel Türk kıyafetlerinin giyilmesinin yasaklanması, kamuoyuna açık yerlerde Türkçe konuşulmasının yasaklanmasıyla başlayıp, 1984-85 arasında Türklerin isimlerinin zorla Bulgar isimleriyle değiştirilmesi, Türklerin dini ibadethanelerine gitmelerine izin verilmemesi, bazılarının kapatılması, çeşitli baskı uygulamaları şeklinde devam etmiştir. Verilen demeçlerde Bulgaristan'da Türk olmadığı iddia edilmeye başlanmıştır.
Bulgaristan'ın asimilasyon politikası uygulamasının nedenleri olarak demografik nedenler; Türk nüfusunun Bulgar nüfusundan daha hızlı artması, Kıbrıs sendromu; ülkedeki Türklerin Sofya'ya karşı kullanılması korkusu, stratejik nedenler; Türkiye'ye yakın yerlere Bulgarları yerleştirme isteği, Bulgaristan'daki iç nedenler, Bulgar ulusunun oluşum süreci, muhtemel Sovyet etkisi sayılabilir.
20-21 Mayıs 1989'dan itibaren, Bulgaristan'daki Türklerin direnme hareketleri yoğunlaşmıştır. Kuzey Bulgaristan'dan başlayarak, Türkler kendi aralarında örgütlenerek uygulanan baskı rejimine karşı açıktan direnişe geçmişlerdir. 2 Haziran 1989'da Devlet Başkanı Todor Jivkov eğer Türkiye kapıları açarsa, pasaport verileceğini Türklerin gidebileceğini söylemiştir. 500 bine yakın Türk pasaport için başvurmuştur. Bunun üzerine II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa'daki en büyük göç olayı yaşanmıştır. Vize uygulamasının kalktığı 2 Haziran - 22 Ağustos 1989 arasında toplam 311.862 Türk, Türkiye'ye gelmiştir. Vize uygulamasının başladığı 22 Ağustos 1989-Mayıs 1990 arasında 34.098 soydaş vize alarak Türkiye'ye geçmiştir.
Bulgaristan pasaport almadıkları takdirde, 6 ay içerisinde geri dönerlerse Türklerin Bulgar vatandaşı olarak kalacaklarını, istediklerinde geri gelip gidebileceklerini, ailelerini gönderebileceklerini, mal-mülk ve paralar ile sosyal haklara sahip olabileceklerini bildirdi. Böylece Haziran 1989 dan, Mayıs 1990 a kadar geri dönenlerin sayısı 133,272 olmuştur. Böylece Türkiye'de kalanlar 212,688'dir.
Todor Jivkov'dan sonra Bulgaristan, Türk azınlığın haklarını yeniden tanımıştır. Böylece ilişkiler daha sıcak bir döneme girmiş, yasadışı olarak gelenler ve aile birleşmeleri dahilinde gelenler dışında göç olayı durmuştur.
II.Dünya savaşını izleyen yıllarda da göçler devam etmiş ancak Bulgaristan'ın yurtdışına çıkışları hemen hemen yasaklamasından dolayı yıllık ortalama ancak 2100 göçmen gelebilmiş, gelenlerin çoğu da pasaportsuz olarak kaçmıştır. Aslında göç talebi çok yüksek olsa da1939-1949 arasında sadece 21.353 kişi Türkiye'ye gelmiştir. Bu dönemdeki göç talebinin nedeni Bulgaristan'daki iktidar partisi Komünist Partinin Türkler üzerindeki politik, kültürel ve dinsel baskısıdır. Köylü Türklere ağır vergiler getirilmiş, ürünlerinin büyük bölümünü devlete vermeleri için baskı yapılmıştır.
Bulgaristan'dan Türkiye'ye en yoğun göç olayı 1950'lerin başlarında yaşanmıştır. 10 Ağustos 1950 de Bulgaristan Türkiye'ye nota vererek 250 bin Türkün gönderileceğinin 1925 tarihli anlaşmaya dayanarak bunların 3 ay içerisinde kabul edilmesi gerektiğini bildirmiştir. İki ay içerisinde 150.000-155.000 Türk, Bulgaristan'dan ayrılmış, Türkiye ikinci ayın sonunda sınırı kapatmak zorunda kalmış, ancak aradan iki ay geçtikten sonra vizesi olanlar için sınırı yeniden açma kararı almıştır. 30 Kasım 1951'e kadar 154, 393 kişi Türkiye'ye gelmiştir. Bulgaristan'ın Türk azınlığı göçe zorlamasının nedeni Türkiye'nin Batıya yakınlaşmasının Bulgaristan'ın saflarında olduğu Rusya'yı rahatsız etmesi ve Bulgaristan aracılığıyla Ankara'ya baskı uygulama politikasıdır. Görüldüğü üzere Balkanlardan Türkiye'ye yönelen zorunlu göçler tamamen siyasi konjonktürün ürünüdür.
1951 de Stalin'in ölümüyle de bağlantılı olarak, Bulgaristan'da bir yumuşama görülmüş, bu sürede göçler yavaşlamış, 1952-60 yılları arasında sadece 93 kişi göç etmiştir.
1950-51 döneminde Bulgaristan'dan gelenlerin yakınları orda kalmış ve parçalanmış aileler oluşmuştur. Bu ailelerin birleştirilmesi amacıyla 21 Ağustos 1966'da Türk-Bulgar ikili bildirisi yayımlanmış, Mart 1968'de "Türkiye-Bulgaristan Yakın Akraba Göçü Anlaşması" imzalanmıştır. Bu kapsamda 1968'den 1979'a kadar 120.000 soydaş Türkiye'ye gelmiştir.
Bulgaristan'ın "sosyalist tek ulus devlet" kurma projeleri dahilinde 1980'lere gelindiğinde asimilasyon kampanyaları hız ve şiddet kazanmıştır. Asimilasyon politikası geleneksel Türk kıyafetlerinin giyilmesinin yasaklanması, kamuoyuna açık yerlerde Türkçe konuşulmasının yasaklanmasıyla başlayıp, 1984-85 arasında Türklerin isimlerinin zorla Bulgar isimleriyle değiştirilmesi, Türklerin dini ibadethanelerine gitmelerine izin verilmemesi, bazılarının kapatılması, çeşitli baskı uygulamaları şeklinde devam etmiştir. Verilen demeçlerde Bulgaristan'da Türk olmadığı iddia edilmeye başlanmıştır.
Bulgaristan'ın asimilasyon politikası uygulamasının nedenleri olarak demografik nedenler; Türk nüfusunun Bulgar nüfusundan daha hızlı artması, Kıbrıs sendromu; ülkedeki Türklerin Sofya'ya karşı kullanılması korkusu, stratejik nedenler; Türkiye'ye yakın yerlere Bulgarları yerleştirme isteği, Bulgaristan'daki iç nedenler, Bulgar ulusunun oluşum süreci, muhtemel Sovyet etkisi sayılabilir.
20-21 Mayıs 1989'dan itibaren, Bulgaristan'daki Türklerin direnme hareketleri yoğunlaşmıştır. Kuzey Bulgaristan'dan başlayarak, Türkler kendi aralarında örgütlenerek uygulanan baskı rejimine karşı açıktan direnişe geçmişlerdir. 2 Haziran 1989'da Devlet Başkanı Todor Jivkov eğer Türkiye kapıları açarsa, pasaport verileceğini Türklerin gidebileceğini söylemiştir. 500 bine yakın Türk pasaport için başvurmuştur. Bunun üzerine II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa'daki en büyük göç olayı yaşanmıştır. Vize uygulamasının kalktığı 2 Haziran - 22 Ağustos 1989 arasında toplam 311.862 Türk, Türkiye'ye gelmiştir. Vize uygulamasının başladığı 22 Ağustos 1989-Mayıs 1990 arasında 34.098 soydaş vize alarak Türkiye'ye geçmiştir.
Bulgaristan pasaport almadıkları takdirde, 6 ay içerisinde geri dönerlerse Türklerin Bulgar vatandaşı olarak kalacaklarını, istediklerinde geri gelip gidebileceklerini, ailelerini gönderebileceklerini, mal-mülk ve paralar ile sosyal haklara sahip olabileceklerini bildirdi. Böylece Haziran 1989 dan, Mayıs 1990 a kadar geri dönenlerin sayısı 133,272 olmuştur. Böylece Türkiye'de kalanlar 212,688'dir.
Todor Jivkov'dan sonra Bulgaristan, Türk azınlığın haklarını yeniden tanımıştır. Böylece ilişkiler daha sıcak bir döneme girmiş, yasadışı olarak gelenler ve aile birleşmeleri dahilinde gelenler dışında göç olayı durmuştur.
Balkanlardan (Yunanistan) Türkiye'ye Göçler
Cumhuriyet döneminde Yunanistan'dan Anadolu'ya en büyük göç, 1923'te Yunanistan'daki Türklerle, Anadolu'daki Rum halkının mübadelesidir. Her ne kadar iki hükümetin rızalarıyla gerçekleşmiş olsa da mübadele olayında halk tarafından bakacak olursak, bu bir tür zorunlu göçtür. İnsan hakları ve mülkiyet hakları bir ölçüde askıya alınmış, mübadele sırasında bir çok gerginlik yaşanmıştır.
Lozan Barış antlaşması kapsamında kurulan Muhtelit Mübadele Komisyonun hazırladığı antlaşma metni, 10 Kasım 1923'te yürürlüğe girmiştir. Bu değişim sonucunda 100 bin Rum Yunanistan'a gitmiş, yaklaşık 100 bin aileye mensup 400 bin Türk'te Anadolu'ya göç etmiştir.
Mübadele hakkındaki tartışmalar ve suçlamalar hala devam etmektedir. Rumların bu konudaki iddiaları şu şekildedir: göç sırasında çok fazla ölüm olduğu, göçün zorunlu oluşu ve göç edecekleri belirlerken tek ölçütün din oluşu bu yüzden de istem dışı bir şekilde İslamiyet'e yönelerek din değiştirme yoluna gidenlerin olmasıdır.
Lozan Barış Antlaşması'yla ayrıca Batı Trakya resmen Yunanistan'a bırakılırken burada kalan Türk azınlığında hakları garanti altına alınmıştır. Batı Trakya Türk toplumunun hakları Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan 1926 Atina, 1930 ve 1933 Ankara, 1952 Türk-Yunan Kültür, 1968 Türk-Yunan Kültür Protokolü anlaşmalarıyla da pekiştirilmiştir.
Tüm bunlara rağmen mübadeleden sonra Yunanistan etnik olarak homojen bir ülke olduğunu iddia etmektedir. Tek bir azınlığı tanımaktadır ki bu da etnik kökene değil, dini farklılığa göre yapılmakta olup, Müslüman bir azınlıktan bahsedilmektedir. Ülkedeki Müslümanlar Türkler ve Pomaklardır. Bu tür bir politika izlenmesinin amacı azınlık tanımlamasının getireceği hak ve özgürlükler taleplerinin önünü kesmektir. Yunanistan 1923 ten bu yana Türkleri göçe zorlama, bu sağlanamadığı takdirde de onları asimile etme politikaları izlemektedir.
Mübadeleden sonra en yoğun göç, Kıbrıs krizi sonrasında baskıların artmasıyla olmuştur. Aslında bu konuda çok değişik kaynaklar farklı rakamlar gösteriyor olsa da yaklaşık olarak 1934-1960 yılları arasında 23,788 göçmenin Türkiye'ye geldiği söylenmektedir. Bu tarihten sonra daha çok iltica etmek suretiyle Türkiye'ye gelenler veya Türkiye'de ikamet etmekte iken Yunan yönetimince Türk oldukları için vatandaşlıktan çıkarılanlar olmuştur. 1960-1980 döneminde iltica veya vatandaşlıktan çıkmak suretiyle Türkiye'ye gelen Batı Trakya Türk'ünün 20.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. 1980'den sonra 1200 civarında iltica olmuş, birkaç binde pasaportla ikamet ederken Yunan vatandaşlığından silinmiştir.
1982 sonrası Türk azınlık daha bilinçli ve örgütlü şekilde haklarını aramaya başlamıştır. Yapılan tahminlere göre bugün Yunanistan'da yaşayan Türklerin sayısı 300 bin dolayında olup, 250 bine yakını Batı Trakya'da ikamet etmektedir.
Lozan Barış antlaşması kapsamında kurulan Muhtelit Mübadele Komisyonun hazırladığı antlaşma metni, 10 Kasım 1923'te yürürlüğe girmiştir. Bu değişim sonucunda 100 bin Rum Yunanistan'a gitmiş, yaklaşık 100 bin aileye mensup 400 bin Türk'te Anadolu'ya göç etmiştir.
Mübadele hakkındaki tartışmalar ve suçlamalar hala devam etmektedir. Rumların bu konudaki iddiaları şu şekildedir: göç sırasında çok fazla ölüm olduğu, göçün zorunlu oluşu ve göç edecekleri belirlerken tek ölçütün din oluşu bu yüzden de istem dışı bir şekilde İslamiyet'e yönelerek din değiştirme yoluna gidenlerin olmasıdır.
Lozan Barış Antlaşması'yla ayrıca Batı Trakya resmen Yunanistan'a bırakılırken burada kalan Türk azınlığında hakları garanti altına alınmıştır. Batı Trakya Türk toplumunun hakları Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan 1926 Atina, 1930 ve 1933 Ankara, 1952 Türk-Yunan Kültür, 1968 Türk-Yunan Kültür Protokolü anlaşmalarıyla da pekiştirilmiştir.
Tüm bunlara rağmen mübadeleden sonra Yunanistan etnik olarak homojen bir ülke olduğunu iddia etmektedir. Tek bir azınlığı tanımaktadır ki bu da etnik kökene değil, dini farklılığa göre yapılmakta olup, Müslüman bir azınlıktan bahsedilmektedir. Ülkedeki Müslümanlar Türkler ve Pomaklardır. Bu tür bir politika izlenmesinin amacı azınlık tanımlamasının getireceği hak ve özgürlükler taleplerinin önünü kesmektir. Yunanistan 1923 ten bu yana Türkleri göçe zorlama, bu sağlanamadığı takdirde de onları asimile etme politikaları izlemektedir.
Mübadeleden sonra en yoğun göç, Kıbrıs krizi sonrasında baskıların artmasıyla olmuştur. Aslında bu konuda çok değişik kaynaklar farklı rakamlar gösteriyor olsa da yaklaşık olarak 1934-1960 yılları arasında 23,788 göçmenin Türkiye'ye geldiği söylenmektedir. Bu tarihten sonra daha çok iltica etmek suretiyle Türkiye'ye gelenler veya Türkiye'de ikamet etmekte iken Yunan yönetimince Türk oldukları için vatandaşlıktan çıkarılanlar olmuştur. 1960-1980 döneminde iltica veya vatandaşlıktan çıkmak suretiyle Türkiye'ye gelen Batı Trakya Türk'ünün 20.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. 1980'den sonra 1200 civarında iltica olmuş, birkaç binde pasaportla ikamet ederken Yunan vatandaşlığından silinmiştir.
1982 sonrası Türk azınlık daha bilinçli ve örgütlü şekilde haklarını aramaya başlamıştır. Yapılan tahminlere göre bugün Yunanistan'da yaşayan Türklerin sayısı 300 bin dolayında olup, 250 bine yakını Batı Trakya'da ikamet etmektedir.
Atatürk'ün Filistin Açıklaması
Atatürk, vefatından bir yıl önce yaptığı açıklamada Filistin'e göç eden ve Batı tarafın desteklenen bu göçlerle ortaya çıkan çatışmalar hakkında uluslar arası camiaya yaptığı açıklama..
1929 yılından itibaren yükselen Alman Faşizmi münasebetiyle yüzbinlerce Yahudi Filistin'e göç etmiş, bu göçlerle çatışmalar meydana gelmiş, ortaya çıkan bu keşmekeş batı tarafından Yahudi yanlısı bir politika gütmesine ön ayak olmuştu. Artan çatışmalarla kitleler halinde Filistin'e yerleşen Yahudiler, satın aldıkları arsa, ev ve gayrimenkullerle özellikle kutsal bölgelere yerleşiyor, Nazi Soykırımını bir fırsata dönüştürmek gayretiyle ileride kendilerine tanınması muhtemel bir özel statü için özellikle Kudüs'ü hedef alıyorlardı.
İlerleyen yıllarda Yahudiler burada kurmak istedikleri devletin ön hazırlıklarını yapmaya başlamış, batı da bu teşebbüse destek verebileceğini, hatta askeri bir müdahalenin gerekebileceğini mevzu bahis ediyorlardı.
Mustafa Kemal Atatürk, hastalığı münasebetiyle siyaset ile yeteri kadar ilgilenemiyor olsa da bu gelişmeleri yakından takip ediyordu. Hakimiyeti Milliye mecmuası vasıtasıyla uluslararası camiaya seslenen Atatürk, Filistin'de mukim bulunan Araplar üzerine yapılacak bir tecavüzü kabullenmeyeceğini açık ve net ifadelerle beyan ediyor.
Açıklama şu şekildedir;
"Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa bir kaç sene Araplardan uzak kaldık. Fakat şimdi kendimize kafi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyetin mukaddes yerlerini musevilerin ve Hristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve islamiyet'e lakayt olmakla ittiham edildik. Fakat bu ittihamlara rağmen peygamberin son arzusunu yani, mukaddes toprakların daima İslam hakimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin, Selahaddin'in idaresi altında, uğrunda Hristiyanlarla mücadele ettikleri topraklarda yabancı hakimiyet ve nüfuzunun tahtında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allah'ın inayeti ve kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam aleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur."
27 Temmuz 1937 - Hakimiyeti Milliye Mecmuası
1929 yılından itibaren yükselen Alman Faşizmi münasebetiyle yüzbinlerce Yahudi Filistin'e göç etmiş, bu göçlerle çatışmalar meydana gelmiş, ortaya çıkan bu keşmekeş batı tarafından Yahudi yanlısı bir politika gütmesine ön ayak olmuştu. Artan çatışmalarla kitleler halinde Filistin'e yerleşen Yahudiler, satın aldıkları arsa, ev ve gayrimenkullerle özellikle kutsal bölgelere yerleşiyor, Nazi Soykırımını bir fırsata dönüştürmek gayretiyle ileride kendilerine tanınması muhtemel bir özel statü için özellikle Kudüs'ü hedef alıyorlardı.
İlerleyen yıllarda Yahudiler burada kurmak istedikleri devletin ön hazırlıklarını yapmaya başlamış, batı da bu teşebbüse destek verebileceğini, hatta askeri bir müdahalenin gerekebileceğini mevzu bahis ediyorlardı.
Mustafa Kemal Atatürk, hastalığı münasebetiyle siyaset ile yeteri kadar ilgilenemiyor olsa da bu gelişmeleri yakından takip ediyordu. Hakimiyeti Milliye mecmuası vasıtasıyla uluslararası camiaya seslenen Atatürk, Filistin'de mukim bulunan Araplar üzerine yapılacak bir tecavüzü kabullenmeyeceğini açık ve net ifadelerle beyan ediyor.
Açıklama şu şekildedir;
"Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa bir kaç sene Araplardan uzak kaldık. Fakat şimdi kendimize kafi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslamiyetin mukaddes yerlerini musevilerin ve Hristiyanların nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve islamiyet'e lakayt olmakla ittiham edildik. Fakat bu ittihamlara rağmen peygamberin son arzusunu yani, mukaddes toprakların daima İslam hakimiyetinde kalmasını temin için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin, Selahaddin'in idaresi altında, uğrunda Hristiyanlarla mücadele ettikleri topraklarda yabancı hakimiyet ve nüfuzunun tahtında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allah'ın inayeti ve kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda bütün İslam aleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur."
27 Temmuz 1937 - Hakimiyeti Milliye Mecmuası
Atatürkün Samsuna Çıkışı
Atatürk'ün Samsun'a Çıkışı: Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk'ün
kurtuluş mücadelesini başlatmak üzere Bandırma vapuru ile 19 Mayıs 1919 yılında
Samsun'a gelmesidir.
Osmanlı İmparatorluğu birinci dünya savaşında Çanakkale'de destan yazmasına rağmen Almanya'nın yanında yer alması sebebiyle, yenik düşmüş ve itilaf devletlerince işgal edilmiş ve paylaşılmıştır. İstanbul bölgesi birleşik güçler, İzmir bölgesi Yunanlılar, Antalya bölgesi İtalyanlar, Maraş-Antep bölgesi Fransızlar, Musul-Kerkük bölgesini İngilizler, Kars bölgesini de Ermeniler işgal etmişler, Türk halkı Ankara, Samsun dolaylarında sıkışıp kalmışlardır.
Acı olan sahne Beş yüz bin kişinin kanının döküldüğü Çanakkale Boğazından itilaf devletlerine ait donanmanın elini kolunu sallaya sallaya İstanbul'a girmesidir. Donanma İstanbul limanına yanaştığı ve askerlerin karaya ayak bastığı sırada Mustafa Kemal'in söylediği söz çok manidardır ve gelecekte olacakların habercisi gibidir. "Üzülmeyiniz geldikleri gibi giderler" Hakikatten de öyle olmuştur ansızın geldikleri gibi gitmek zorunda kalmışlardır.
Bu dönem tarih kitaplarında farklı şekillerde anlatılır. Bir yazar o sırada padişah olan Vahdettin'in hıyanet içinde olduğu ve ülkeyi işgalcilere teslim ettiğini yazarken, diğer bir yazarda Vahdettin'in sarayda hapsolmasına karşılık, Mustafa Kemal'in kurtuluş mücadelesini başlatması için elinden gelen bütün desteği sağladığını yazmaktadır. Bu göreceli bir durumdur. Başı ne olursa olsun sonuçta gerçek olan Mustafa Kemal Atatürk'ün kurtuluş mücadelesini Samsun'dan başlatıp muzaffer olmasıdır. İşgal kuvvetleri ilk iş olarak ordu komutanlarını hapsedip silahlara el koyup, orduyu dağıtmışlardır.
Bunun devamında Anadolu'nun bir çok bölgesinde yaşayan gayri müslümler bir anda memleketin sahip olmuş asırlardır yemek yedikleri topraklara hainlik etmeye başlamışlardır. Bunlardan biriside Samsun'da başlamış, halka zulüm eden işgalcilere karşı halk bir tepki gösterip, silahlı çatışma çıkarmışlardır.
Bunun üzerine işgal kuvvetleri komutanı saraya bir mektup yollayarak Samsun'daki karışıklığı düzeltmesi gerektiği aksi takdirde orayı da işgal edeceklerini belirtmiştir. Mektup padişaha okunduğunda, padişah Mustafa Kemal'in "ordu müfettişi" olarak Samsun'a gönderilmesi emrini vermiştir.
15 Mayıs 1919 günü Atatürk hareket etmiş, yanında milis güçlere yardım götürür düşüncesi ile bir İngiliz gemisi tarafından takip edilmiş fakat ortaya bir şey çıkarılamamıştır. İngilizler tarafından istihbarat doğru alınmış fakat yanlış yerde aranmıştır. Atatürk bandırma vapurunda İngilizleri oyalarken Karadeniz takalarınca Samsun'a silah nakledildiği söylenmektedir.
Samsun' 19 Mayıs 1919 günü ayak basan Atatürk sözde incelemelerde bulunmuş, iki tarafla da görüşmüş çatışmayı bastırmıştır. Aslında amaç Milli mücadeleye başlamak ve güç toplamaktır. Samsun'dan sonra Erzurum ve Sivas dolaylarında direniş topluluklarını toplayarak düzenli ordu haline getirmiş ve kurtuluş savaşının düğmesine basmışlardır.
Aynı "Çanakkale Ruhu" ile, aynı Çanakkale'deki gibi yine düşman denize dökülmüş, yine büyük bir ders almışlardır. Samsun yeniden dirilişin ilk durağıdır. Samsun Türkiye Cumhuriyeti devletinin ilk adresidir. Kısaca Samsun Türkiye'nin temelidir.
Osmanlı İmparatorluğu birinci dünya savaşında Çanakkale'de destan yazmasına rağmen Almanya'nın yanında yer alması sebebiyle, yenik düşmüş ve itilaf devletlerince işgal edilmiş ve paylaşılmıştır. İstanbul bölgesi birleşik güçler, İzmir bölgesi Yunanlılar, Antalya bölgesi İtalyanlar, Maraş-Antep bölgesi Fransızlar, Musul-Kerkük bölgesini İngilizler, Kars bölgesini de Ermeniler işgal etmişler, Türk halkı Ankara, Samsun dolaylarında sıkışıp kalmışlardır.
Acı olan sahne Beş yüz bin kişinin kanının döküldüğü Çanakkale Boğazından itilaf devletlerine ait donanmanın elini kolunu sallaya sallaya İstanbul'a girmesidir. Donanma İstanbul limanına yanaştığı ve askerlerin karaya ayak bastığı sırada Mustafa Kemal'in söylediği söz çok manidardır ve gelecekte olacakların habercisi gibidir. "Üzülmeyiniz geldikleri gibi giderler" Hakikatten de öyle olmuştur ansızın geldikleri gibi gitmek zorunda kalmışlardır.
Bu dönem tarih kitaplarında farklı şekillerde anlatılır. Bir yazar o sırada padişah olan Vahdettin'in hıyanet içinde olduğu ve ülkeyi işgalcilere teslim ettiğini yazarken, diğer bir yazarda Vahdettin'in sarayda hapsolmasına karşılık, Mustafa Kemal'in kurtuluş mücadelesini başlatması için elinden gelen bütün desteği sağladığını yazmaktadır. Bu göreceli bir durumdur. Başı ne olursa olsun sonuçta gerçek olan Mustafa Kemal Atatürk'ün kurtuluş mücadelesini Samsun'dan başlatıp muzaffer olmasıdır. İşgal kuvvetleri ilk iş olarak ordu komutanlarını hapsedip silahlara el koyup, orduyu dağıtmışlardır.
Bunun devamında Anadolu'nun bir çok bölgesinde yaşayan gayri müslümler bir anda memleketin sahip olmuş asırlardır yemek yedikleri topraklara hainlik etmeye başlamışlardır. Bunlardan biriside Samsun'da başlamış, halka zulüm eden işgalcilere karşı halk bir tepki gösterip, silahlı çatışma çıkarmışlardır.
Bunun üzerine işgal kuvvetleri komutanı saraya bir mektup yollayarak Samsun'daki karışıklığı düzeltmesi gerektiği aksi takdirde orayı da işgal edeceklerini belirtmiştir. Mektup padişaha okunduğunda, padişah Mustafa Kemal'in "ordu müfettişi" olarak Samsun'a gönderilmesi emrini vermiştir.
15 Mayıs 1919 günü Atatürk hareket etmiş, yanında milis güçlere yardım götürür düşüncesi ile bir İngiliz gemisi tarafından takip edilmiş fakat ortaya bir şey çıkarılamamıştır. İngilizler tarafından istihbarat doğru alınmış fakat yanlış yerde aranmıştır. Atatürk bandırma vapurunda İngilizleri oyalarken Karadeniz takalarınca Samsun'a silah nakledildiği söylenmektedir.
Samsun' 19 Mayıs 1919 günü ayak basan Atatürk sözde incelemelerde bulunmuş, iki tarafla da görüşmüş çatışmayı bastırmıştır. Aslında amaç Milli mücadeleye başlamak ve güç toplamaktır. Samsun'dan sonra Erzurum ve Sivas dolaylarında direniş topluluklarını toplayarak düzenli ordu haline getirmiş ve kurtuluş savaşının düğmesine basmışlardır.
Aynı "Çanakkale Ruhu" ile, aynı Çanakkale'deki gibi yine düşman denize dökülmüş, yine büyük bir ders almışlardır. Samsun yeniden dirilişin ilk durağıdır. Samsun Türkiye Cumhuriyeti devletinin ilk adresidir. Kısaca Samsun Türkiye'nin temelidir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)