''- Arkadaşlar, Selânik'te Hürriyet meydanı
denilen bir meydan vardır, maruf bâzı yerler de meydanı ihata eder (kuşatır):
Olimpos Palas, Kristal, Yonyo, vesaire...
Bir gece Yonyo'nun mahşer gibi kalabalık,
büyük salonunun bir köşesinde, ufak merdivenle çıkılır; bir de hususî oda
olduğunu haber aldım ve oraya çıktım. Ufak, zarif bir salondu ve ağız ağzına
dolu idi. Salonda bir masaya yaklaştığımı hatırlarım; bu masada ihtilâlci zevat
(kişiler) varmış. Rakı ve bira içildiğine dikkat ettim; masayı işgal edenler çok
vatanperverâne konuşuyorlardı. İnkılâp yapabilmek için büyük adam olmaktan
bahsolunmakta idi. Herkeste büyük adam olmak hevesi vardı. Fakat büyük olabilmek
için insan nasıl ve kimin gibi olmalı?
İçlerinden biri bağırdı ''Cemal Paşa gibi
olmak isterim..'' Sofrayı işgal edenlerden hepsi: ''Bravo, dediler, Cemal
gibi...'' Sonra hiçbirini yakından tanımadığım bu zevat hep birden bana
döndüler. Ben durgun ve sabit bir nazarla kendilerine baktım. Benim tavrımdaki
ve durgunluğumdaki manaya dikkat eden yoktu. Benim onlardan daha çok, her gün ve
her gece temas etmekte olduğum Cemal Bey hakkındaki nokta-i nazarlarını teyit
etmekliğime muntazır idiler (beklemekte idiler). Ben bilmem neden, bu zevatı
tatmin edecek bir işarette bulunamadım. Fakat içimden şu mülâhaza geçti: ''Bir
adam ki büyük olmaktan bahseder, benim hoşuma gitmez. Bir adam ki memleketi
kurtarmak için evvelâ büyük adam olmak lâzımdır, der, ve bunun için bir de
nümune intihap eder (örnek seçer), onun gibi olmayınca memleketin
kurtulamayacağı kanaatinde bulunur, bu, adam değildir.''
Bu mülâhazada (görüşlerde) bulunurken, sofra
arkadaşlarımı memnun edemediğimi hissettim. Hiç şüphe etmem, ki bana dair
hükümleri menfi (olumsuz) olmuştur; ve bu hükümlerini mâkul bir surette izah
edebilmek için demiş olsalar gerekir ki:
"- Bu acemî efendi, galiba kendini o kadar
büyük görüyor, ki ve bu sebepten daire-i rüyeti (görüş alanı) o kadar
daralmıştır, ki artık büyüklüğü göremez hale gelmiştir. Bu adam arkadaşımız
olamaz.''
Bu gece, o sofranın mahmurluğu etrafında iki
telâkki tebellir etti (belirdi): Biri müsbet, biri menfi.
Bir telâkkiye (anlayışa) göre evvelâ büyük
adam olmak, sonra memleketi kurtarmak lâzımdır. Diğer telâkkiye göre büyük adam
lâfla olmaz, evvelâ memleketi kurtarmalı, ondan sonra dahi büyüklük mevzuu bahis
değildir.
Arkadaşlar size bu hikâyeyi bugünkü duygumla,
bugünkü tecrübemle söylemiyorum. ''Yonyo''nun hususî odasındaki müşahedemin bana
ihlam ettiği fikir, bu idi.''
16 Şubat 2018 Cuma
Müstakil Yaşamak İsterim
''- Çocukluğumdan beri bir tabiatım vardır. Oturduğun evde ne ana, ne kız
kardeş, ne de ahbap ile beraber bulunmaktan hoşlanmazdım. Ben yalnız ve müstakil
bulunmayı, çocukluktan çıktığım zamandan itibaren daima tercih etmiş ve sürekli
olarak öyle yaşamışımdır.
Tuhaf bir halim daha var, ne ana -babam çok erken ölmüş-, ne kardeş, ne de en yakın akrabamın kendi zihniyet ve telâkkilerine göre bana şu veya bu tavsiye ve nasihatte bulunmasına tahammülüm yoktu. Aile arasında yaşayanlar pekâlâ bilirler ki sağdan soldan, pek saf ve samimî itiraflardan mahsun bulunamazlar.
Bu vaziyet karşısında iki tarz-ı hareketten birini intihab etmek (seçmek) zaruridir. Ya itaat, yahut bütün bu ihtar ve nasihatleri hiçe saymak. Bence ikisi de doğru değildir. İtaat nasıl olur, en aşağı benimle yirmi, yirmi beş yaş farkı olan anamızın ihtarlarına itaat maziye ric'at (dönüş) demek değil midir. İsyan etmek, faziletine, hüsn-ü niyetine, yüksek kadınlığına kaani olduğum anamın kalbini; telâkkilerini alt üst etmektir. Bunu da doğru bulmam.''
Tuhaf bir halim daha var, ne ana -babam çok erken ölmüş-, ne kardeş, ne de en yakın akrabamın kendi zihniyet ve telâkkilerine göre bana şu veya bu tavsiye ve nasihatte bulunmasına tahammülüm yoktu. Aile arasında yaşayanlar pekâlâ bilirler ki sağdan soldan, pek saf ve samimî itiraflardan mahsun bulunamazlar.
Bu vaziyet karşısında iki tarz-ı hareketten birini intihab etmek (seçmek) zaruridir. Ya itaat, yahut bütün bu ihtar ve nasihatleri hiçe saymak. Bence ikisi de doğru değildir. İtaat nasıl olur, en aşağı benimle yirmi, yirmi beş yaş farkı olan anamızın ihtarlarına itaat maziye ric'at (dönüş) demek değil midir. İsyan etmek, faziletine, hüsn-ü niyetine, yüksek kadınlığına kaani olduğum anamın kalbini; telâkkilerini alt üst etmektir. Bunu da doğru bulmam.''
Yedi Evliya Kuvvetindeki Padişah
''- Maahaza (bununla beraber) size bu
münasebetle anamın ve kız kardeşimin inkilâp işlerinde bana inandıklarını ve
hizmet ettiklerini de zikretmeliyim. Biz Selânik'te tahmin edeceğiniz
tarihlerde; zahirî manası ne olduğunu bilmem, fakat fedakârane komitecilik
yapıyorduk. Meşrutiyetin ilânından çok evvel, bir gece bizim evde bir içtima
(toplantı) yapmıştık. Bu ev Selânik'te mektep karşısında, pembe boyalı büyücek
bir evdir. İşte bu evin bir odasında birtakım arkadaşlar toplanmıştık. Bu
arkadaşlardan biri, ki şehit oldu veya vefat etti, kemal-i hürmetle yâdederim,
Kâmil Bey isminde bir süvari zabiti idi, şişmanca bir zat... Çok paralar
toplamışlardı, liralar, mecidiyeler ve gümüş madenî paralar... Bizim müzakere
yaptığımız odaya bakan hizmetçi, anama bunu haber vermiş. Yukarıda paralar,
bahisler, münakaşalar ve plânlar var, manasında birtakım sözler söylemiş, anam,
hasta, ihtiyar, yatağından kalkmış, bizim bulunduğumuz odanın kapısına kadar
gelmiş ve kısmen ne konuştuklarımızı dinlemiş, tekrar odasına
gitmiş..
İttihaz olan mukarrerattan sonra arkadaşlar beni terkettiler, müteakıben, uyumakta olduğunu zannettiğimiz anam yanıma geldi, bana dedi ki: ''- Çocuğum, bir şey anlamak istiyorum, sen ve senin arkadaşların yedi evliya kuvvetindeki padişaha isyan mı ediyorsunuz?''
Anama ne düşündüğümü, ne yaptığımızı söylemek istemiyordum. Fakat bizim o akşamki içtimaımızı görmüş, her şeye vâkıf olmuş olduktan sonra, artık annemden ve kardeşimden hakikatı gizlemeye lüzum görmedim, bilâkis onları tenvir eteği (aydınlatmayı) tercih ettim:
- Evet anne, dedim, senin yedi evliya kuvvetinde farzettiğin adam hiçbir kuvvete malik değildir. Biz burada toplanan insanlar memleketi bu zalimlerden kurtarmak istiyoruz. Senin aklın buna ermeyebilir, yahut evlâdın olduğumu unutarak gider, evliyalara kavuşursun!''
Anam o vakit dedi ki:
- Evlâdım, siz acemisiniz, madem ki böyle şeylerle uğraşıyorsunuz, beni yaptığınız işlerden haberdar ediniz ve gizli şeylerinizi bana veriniz. Çok dikkat etmelisiniz. Muvaffak olmak zordur; mahvolmak daha tabiî kabul edilmek lâzım gelir. Ne yapayım, yegâne erkek evlâdımsın, senin mahvolmanı istemiyorum, bu gücüme gidiyor.
''- Anne, dedim, bu işler almış yürümüştür. Ben namuskâr bir adam olarak bu işlerin içinde bulunmak mecburiyetindeyim. Beni bundan meneder misiniz?''
- Hayır evlâdım, bir gün bu işler olduktan sonra, seni namus ve haysiyet sahibi olanlarla beraber görmezsem, işte o zaman meyus (üzgün) olurum. Ben senin kadar okumadım, senin kadar bilmem, senin gördüğün, anladığın şeyleri yapmaktan menetmeye kalkışmam. Yalnız dikkat et, esas muvaffak olmaktır, muvaffak olmaya çalışınız.
Falih Rıfkı-Mahmut
(Milliyet'ten: 13 Mart 1926)
İttihaz olan mukarrerattan sonra arkadaşlar beni terkettiler, müteakıben, uyumakta olduğunu zannettiğimiz anam yanıma geldi, bana dedi ki: ''- Çocuğum, bir şey anlamak istiyorum, sen ve senin arkadaşların yedi evliya kuvvetindeki padişaha isyan mı ediyorsunuz?''
Anama ne düşündüğümü, ne yaptığımızı söylemek istemiyordum. Fakat bizim o akşamki içtimaımızı görmüş, her şeye vâkıf olmuş olduktan sonra, artık annemden ve kardeşimden hakikatı gizlemeye lüzum görmedim, bilâkis onları tenvir eteği (aydınlatmayı) tercih ettim:
- Evet anne, dedim, senin yedi evliya kuvvetinde farzettiğin adam hiçbir kuvvete malik değildir. Biz burada toplanan insanlar memleketi bu zalimlerden kurtarmak istiyoruz. Senin aklın buna ermeyebilir, yahut evlâdın olduğumu unutarak gider, evliyalara kavuşursun!''
Anam o vakit dedi ki:
- Evlâdım, siz acemisiniz, madem ki böyle şeylerle uğraşıyorsunuz, beni yaptığınız işlerden haberdar ediniz ve gizli şeylerinizi bana veriniz. Çok dikkat etmelisiniz. Muvaffak olmak zordur; mahvolmak daha tabiî kabul edilmek lâzım gelir. Ne yapayım, yegâne erkek evlâdımsın, senin mahvolmanı istemiyorum, bu gücüme gidiyor.
''- Anne, dedim, bu işler almış yürümüştür. Ben namuskâr bir adam olarak bu işlerin içinde bulunmak mecburiyetindeyim. Beni bundan meneder misiniz?''
- Hayır evlâdım, bir gün bu işler olduktan sonra, seni namus ve haysiyet sahibi olanlarla beraber görmezsem, işte o zaman meyus (üzgün) olurum. Ben senin kadar okumadım, senin kadar bilmem, senin gördüğün, anladığın şeyleri yapmaktan menetmeye kalkışmam. Yalnız dikkat et, esas muvaffak olmaktır, muvaffak olmaya çalışınız.
Falih Rıfkı-Mahmut
(Milliyet'ten: 13 Mart 1926)
MUSTAFA KEMAL'İN MC. ARTHUR'E VERDİĞİ MÜLÂKAT
Washington 7 kasım 1951
(T.H.A.)
Yarın neşredilecek olan ''The Caucasus'' mecmuası Atatürk'le Mc. Arthur arasında bundan 20 sene evvel yapılan görüşmenin aşağıdaki şayan-ı dikkat tafsilâtını açıklayacaktır.
Avrupa'nın vaziyeti hakkında ne düşündüğünü kendisine soran Mac Arthur'e Atatürk şu cevabı vermişti:
''- Versailles muahedesi Birinci Dünya Harbi'ne sebebiyet vermiş olan âmillerden hiçbirini bertaraf edemediği gibi, bilâkis dünün başlıca rakipleri arasındaki uçurumu büsbütün derinleştirmiştir. Zira, galip devletler, mağlûplara sulh şartlarını zorla kabul ettirirlerken, bu memleketlerin etnik, geo-politik ve iktisadî hususiyetlerini aslâ nazarı itibara almamışlar ve sadece husumet (düşmanlık) hislerinden mülhem (esin) bulunmuşlardır. Böylelikle bugün içinde yaşadığımız sulh devresi sadece mütarekeden ibaret kalmıştır. Eğer siz Amerikalılar, Avrupa işleriyle alâkadar olmaktan vazgeçmeyerek, Wilson'un programını tatbikte ısrar etseydiniz, bu mütareke devresi uzar ve bir gün devamlı bir sulha müncer olabilirdi (varabilirdi). Bence, dün olduğu gibi yarın da, Avrupa'nın mukadderatı Almanya'nın alacağı vaziyete bağlı bulunacaktır. Fevkalâde mukadderatı Almanya'nın alacağı vaziyete bağlı bulunacaktır. Fevkalâde bir dinamizme malik olan bu 70 milyonluk çalışkan ve disiplinli millet, üstelik millî ihtiraslarını kamçılayabilecek siyasî bir cereyana kendisini kaptırdı mı, ergeç Vesailles muahedesinin tasfiyesine tevessül edecektir (girişecektir.)''
Atatürk, Almanya'nın, İngiltere ve Rusya hariç olmak üzere, bütün Avrupa kıtasını işgal edebilecek bir orduyu kısa bir zamanda teşkil edebileceğini, binaenaleyh harbin 1940-45 seneleri arasında başlıyacağını, Fransa'nın kuvvetli bir ordu yaratmak için lâzım gelen hassaları artık kaybettiğini ve İngiltere'nin adalarını müdafaa etmek için, bundan sonra Fransa'ya güvenemeyeceğini söylemiş, İtalya hakkında da şöyle demişti:
''- İtalya Mussolini'nin idaresi altında şüphesiz büyük bir kalkınmaya ve inkişafa mazhar olmuştur. Eğer Mussolini, müstakbel bir harbde, İtalya'nın zahirî (yüzeyde görünen) heybet ve azametini, harp haricinde kalmak suretiyle, lâyıkı veçhile istismar edebilirse, (gerektiği gibi kullanabilirse), sulh masasında başlıca rollerden birini oynayabilir. Fakat, korkarım ki, İtalya'nın bugünkü şefi Sezar rolünü oynamak hevesinden kendisini kurtaramayacak ve İtalya'nın askerî bir kuvvet yaratmaktan henüz çok uzak olduğunu derhal gösterecektir.''
Atatürk, Amerika'nın geçen harbde olduğu gibi bu harbde de tarafsız kalamayacağını ve Almanya'nın ancak bu Amerikan müdahalesi dolayısıyla mağlûb olacağını da ilâve etmiş ve âdeta kehanet mesabesinde (derecesinde) olan şu şayan-ı hayret sözleri söylemiştir:
''- Avrupa devlet adamları, başlıca ihtilâf mevzuu olan mühim siyasî meseleleri, her türlü millî egoizmlerden uzak ve yalnız umumun nef'ine (yararına) olarak, son bir gayret ve tanı bir hüsnüniyetle ele almazlarsa, korkarım ki felâketin önü alınamayacaktır. Zira Avrupa meselesi İngiltere, Fransa ve Almanya arasındaki ihtilâflar meselesi olmaktan artık çıkmıştır. Bugün Avrupa'nın şarkında bütün medeniyeti ve hattâ, bütün beşeriyeti tehdit eden yeni bir kuvvet belirmiştir. Bütün maddî ve mânevî imkânlarını, topyekûn bir şekilde cihan ihtilâli gayesi uğruna seferber eden bu korkunç kuvvet üstelik Avrupalılar ve Amerikalılarca henüz malûm olmayan yepyeni siyasî metotlar tatbik etmekte ve rakiplerinin en küçük hatalarından bile mükemmelen istifade etmesini bilmektedir. Avrupa'da vuku bulacak bir harbin başlıca galibi ne İngiltere, ne Fransa, ne de Almanya'dır. Sadece Bolşevizmdir. Rusya'nın yakın komşusu ve bu memleketle en çok harp etmiş bir millet olarak, biz Türkler, orada cereyan eden hâdiseleri yakından takibediyor ve tehlikeyi bütün çıplaklığıyla görüyoruz. Uyanan şark milletlerinin zihniyetlerini mükemmelen istismar eden, onların millî ihtiraslarını okşayan ve kinleri tahrik etmesini bilben Bolşevikler, yalnız Avrupa'yı değil, Asya'yı da tehdit eden başlıca kuvvet halini almışlardır.''
(Cumhuriyet'ten: 8 Kasım 1951)
Yarın neşredilecek olan ''The Caucasus'' mecmuası Atatürk'le Mc. Arthur arasında bundan 20 sene evvel yapılan görüşmenin aşağıdaki şayan-ı dikkat tafsilâtını açıklayacaktır.
Avrupa'nın vaziyeti hakkında ne düşündüğünü kendisine soran Mac Arthur'e Atatürk şu cevabı vermişti:
''- Versailles muahedesi Birinci Dünya Harbi'ne sebebiyet vermiş olan âmillerden hiçbirini bertaraf edemediği gibi, bilâkis dünün başlıca rakipleri arasındaki uçurumu büsbütün derinleştirmiştir. Zira, galip devletler, mağlûplara sulh şartlarını zorla kabul ettirirlerken, bu memleketlerin etnik, geo-politik ve iktisadî hususiyetlerini aslâ nazarı itibara almamışlar ve sadece husumet (düşmanlık) hislerinden mülhem (esin) bulunmuşlardır. Böylelikle bugün içinde yaşadığımız sulh devresi sadece mütarekeden ibaret kalmıştır. Eğer siz Amerikalılar, Avrupa işleriyle alâkadar olmaktan vazgeçmeyerek, Wilson'un programını tatbikte ısrar etseydiniz, bu mütareke devresi uzar ve bir gün devamlı bir sulha müncer olabilirdi (varabilirdi). Bence, dün olduğu gibi yarın da, Avrupa'nın mukadderatı Almanya'nın alacağı vaziyete bağlı bulunacaktır. Fevkalâde mukadderatı Almanya'nın alacağı vaziyete bağlı bulunacaktır. Fevkalâde bir dinamizme malik olan bu 70 milyonluk çalışkan ve disiplinli millet, üstelik millî ihtiraslarını kamçılayabilecek siyasî bir cereyana kendisini kaptırdı mı, ergeç Vesailles muahedesinin tasfiyesine tevessül edecektir (girişecektir.)''
Atatürk, Almanya'nın, İngiltere ve Rusya hariç olmak üzere, bütün Avrupa kıtasını işgal edebilecek bir orduyu kısa bir zamanda teşkil edebileceğini, binaenaleyh harbin 1940-45 seneleri arasında başlıyacağını, Fransa'nın kuvvetli bir ordu yaratmak için lâzım gelen hassaları artık kaybettiğini ve İngiltere'nin adalarını müdafaa etmek için, bundan sonra Fransa'ya güvenemeyeceğini söylemiş, İtalya hakkında da şöyle demişti:
''- İtalya Mussolini'nin idaresi altında şüphesiz büyük bir kalkınmaya ve inkişafa mazhar olmuştur. Eğer Mussolini, müstakbel bir harbde, İtalya'nın zahirî (yüzeyde görünen) heybet ve azametini, harp haricinde kalmak suretiyle, lâyıkı veçhile istismar edebilirse, (gerektiği gibi kullanabilirse), sulh masasında başlıca rollerden birini oynayabilir. Fakat, korkarım ki, İtalya'nın bugünkü şefi Sezar rolünü oynamak hevesinden kendisini kurtaramayacak ve İtalya'nın askerî bir kuvvet yaratmaktan henüz çok uzak olduğunu derhal gösterecektir.''
Atatürk, Amerika'nın geçen harbde olduğu gibi bu harbde de tarafsız kalamayacağını ve Almanya'nın ancak bu Amerikan müdahalesi dolayısıyla mağlûb olacağını da ilâve etmiş ve âdeta kehanet mesabesinde (derecesinde) olan şu şayan-ı hayret sözleri söylemiştir:
''- Avrupa devlet adamları, başlıca ihtilâf mevzuu olan mühim siyasî meseleleri, her türlü millî egoizmlerden uzak ve yalnız umumun nef'ine (yararına) olarak, son bir gayret ve tanı bir hüsnüniyetle ele almazlarsa, korkarım ki felâketin önü alınamayacaktır. Zira Avrupa meselesi İngiltere, Fransa ve Almanya arasındaki ihtilâflar meselesi olmaktan artık çıkmıştır. Bugün Avrupa'nın şarkında bütün medeniyeti ve hattâ, bütün beşeriyeti tehdit eden yeni bir kuvvet belirmiştir. Bütün maddî ve mânevî imkânlarını, topyekûn bir şekilde cihan ihtilâli gayesi uğruna seferber eden bu korkunç kuvvet üstelik Avrupalılar ve Amerikalılarca henüz malûm olmayan yepyeni siyasî metotlar tatbik etmekte ve rakiplerinin en küçük hatalarından bile mükemmelen istifade etmesini bilmektedir. Avrupa'da vuku bulacak bir harbin başlıca galibi ne İngiltere, ne Fransa, ne de Almanya'dır. Sadece Bolşevizmdir. Rusya'nın yakın komşusu ve bu memleketle en çok harp etmiş bir millet olarak, biz Türkler, orada cereyan eden hâdiseleri yakından takibediyor ve tehlikeyi bütün çıplaklığıyla görüyoruz. Uyanan şark milletlerinin zihniyetlerini mükemmelen istismar eden, onların millî ihtiraslarını okşayan ve kinleri tahrik etmesini bilben Bolşevikler, yalnız Avrupa'yı değil, Asya'yı da tehdit eden başlıca kuvvet halini almışlardır.''
(Cumhuriyet'ten: 8 Kasım 1951)
15 Şubat 2018 Perşembe
ATATÜRK'ÜN AMERİKALI KADIN GAZETECİ GLADİS BAKER'E VERDİĞİ MÜLÂKAT
Ankara, 20 (A.A.) - 1935
- Harp çıktığı takdirde Amerika, bitaraflık siyasetini muhafaza
edebilir mi!
''- İmkânı yok, Eğer harp çıkarsa, Amerika'nın milletler camiasında
işgal ettiği yüksek mevki her halde müteessir olacaktır. Coğrafi vaziyetleri ne
olursa olsun milletler birbirine bir çok rabıtalarla bağlıdırlar.
Bundan başka, Amerika büyük ve kuvvetli, ve dünyanın her yerinde
alâkası olan bir devlet olduğundan kendisinin siyaset ve iktisadiyat cihetinden
ikinci derecede bir mevkie düşmesine aslâ müsaade edemez.''
- Milletler Cemiyeti'nin, sulhun muhafazası için müessir bir vasıta
olduğunu zannediyor musunuz?
''- Milletler Cemiyeti, henüz kat'î ve müessir bir vasıta olduğunu
ispat etmemiştir. Diğer taraftan Milletler Cemiyeti bugün, bütün milletlerin,
müşterek gayenin tahakkuku için çalışabilecekleri yegâne teşkilâttır.
Şuna da kaaniim ki, eğer devamlı sulh isteniyorsa kütlelerin
vaiyetlerini iyileştirecek beynelmilel tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın heyet-i
umumiyesinin refahı açık ve tazyikın yerine geçmelidir.
Dünya vatandaşları, haset, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde
terbiye edilmelidir.''
- Türkiye'de Bolşevikliğin yayılmasından korkuyor musunuz?
''- Türkiye'de Bolşeviklik olmayacaktır. Çünkü Türk hükûmetinin ilk
gayesi, halka hürriyet ve saadet vermek, askerlerimize olduğu kadar, sivil
halkımıza da iyi bakmaktır.''
- Niye diktatör diye çağrılmaktan hoşlanmıyorsunuz?
''- Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar. Evet bu
doğrudur. Benim arzu edip de yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Çünkü ben zoraki
ve insafsızca hareket etmek bilmem. Bence diktatör, diğerlerini iradesine
râmedendir. Ben kalbleri kırarak değil, kalbleri kazanarak hükmetmek
isterim.''
- Mes'ut musunuz?
''- Evet, çünkü muvaffak oldum.''
(Cumhuriyet'ten: 21 Haziran 1935)
Atamızın Babalık Duygusu
Düğün, Onun varlığı ile son sınırına ulaşan bir neşe içinde
geçmişti.
Ata ayrılmak üzere ayağa kalkınca kendisini uğurlamak için halk iki sıra diziliverdi.
Sevecen bakışlarını sağa sola yönelterek yavaş yavaş ilerlerken bir yerde durakladı, sonra durdu, elini yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuğunun başına uzattı.
Çocuğun arkasında yer alan ve anası ile babası olan çifte yavaşça seslendi:
- "Öpeyim mi?"
Herkesi derinden duygulandıran bu isteği ana babanın nasıl yerinde bir minnetle karşıladıkları kestirilebilir.
Atatürk çocuğu iki eliyle kaldırdı, öptü ve yere bıraktı. Fakat sahne bununla kapanmış olmadı.
Uyanık ve duygulu çocuk :
- "Ben de öpeyim, ne olursunuz Atatürk" diye direndi.
Ata, belki de hiç ummadığı halde kendisine babalık mutluluğu tattıran bu içten davranışı, çocuğu bir daha yerden alarak yüzüne yaklaştırmakla karşıladı.
Bilmiyorum, halk bu dokunaklı sahneyi, gözleri yaşlı alkışlayarak kutlu kılarken, o çelik iradeli insanın da iki damla gözyaşını tutamadığını görebilmiş mi idi?
Ata ayrılmak üzere ayağa kalkınca kendisini uğurlamak için halk iki sıra diziliverdi.
Sevecen bakışlarını sağa sola yönelterek yavaş yavaş ilerlerken bir yerde durakladı, sonra durdu, elini yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuğunun başına uzattı.
Çocuğun arkasında yer alan ve anası ile babası olan çifte yavaşça seslendi:
- "Öpeyim mi?"
Herkesi derinden duygulandıran bu isteği ana babanın nasıl yerinde bir minnetle karşıladıkları kestirilebilir.
Atatürk çocuğu iki eliyle kaldırdı, öptü ve yere bıraktı. Fakat sahne bununla kapanmış olmadı.
Uyanık ve duygulu çocuk :
- "Ben de öpeyim, ne olursunuz Atatürk" diye direndi.
Ata, belki de hiç ummadığı halde kendisine babalık mutluluğu tattıran bu içten davranışı, çocuğu bir daha yerden alarak yüzüne yaklaştırmakla karşıladı.
Bilmiyorum, halk bu dokunaklı sahneyi, gözleri yaşlı alkışlayarak kutlu kılarken, o çelik iradeli insanın da iki damla gözyaşını tutamadığını görebilmiş mi idi?
Atanın Cevap Veremediği Tek İnsan..?
Tarihimiz sayısız savaşlarla doludur. Biz bu savaşlardan baş
kaldırıp ne memleketi imar edebilmiş, ne de kendimiz refaha kavuşmuşuzdur. Bunun
sebebi, bizim suçumuz olduğu kadar düşmanlarımızın da suçudur. Çünkü başta
Ruslar olmak üzere düşmanlarımız hep şöyle düşünürlerdi:
-Türklere rahat vermemeli ki, başka sahalarda ilerleyemesinler...
Bunun için de sık sık başımıza belalar çıkarırlar, savaşlar açarlar, Balkan milletlerini “İstiklal” diye kışkırtırlardı.
Biz böyle durmadan savaşırken de o zamanlar askere alınmayan gayri müslimler zenginleşirlerdi.
Onların neden zengin, bizim neden fakir kaldığımızı bir köylü, Atatürk’e verdiği kısa bir cevap ile çok güzel açıklamıştır.
Atatürk, Mersin’e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük binaları işaret ederek sormuş:
-Bu köşk kimin?
-Kirkor’un...
-Ya şu koca bina?
-Yargo’nun...
-Ya şu?
-Salomon’un...
Atatürk biraz sinirlenerek sormuş:
-Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz? Toplananların arkalarında bir köylünün sesi duyulur:
-Biz mi nerede idik? Biz Yemen’de, Tuna Boyları’nda, Balkanlar’da, Arnavutluk Dağlarında, Kafkaslar’da, Çanakkale’de, Sakarya’da savaşıyorduk paşam...
Atatürk bu anısını naklederken:
-Hayatımda cevap veremediğim tek insan bu ak sakallı ihtiyar olmuştur, der dururdu.
-Türklere rahat vermemeli ki, başka sahalarda ilerleyemesinler...
Bunun için de sık sık başımıza belalar çıkarırlar, savaşlar açarlar, Balkan milletlerini “İstiklal” diye kışkırtırlardı.
Biz böyle durmadan savaşırken de o zamanlar askere alınmayan gayri müslimler zenginleşirlerdi.
Onların neden zengin, bizim neden fakir kaldığımızı bir köylü, Atatürk’e verdiği kısa bir cevap ile çok güzel açıklamıştır.
Atatürk, Mersin’e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük binaları işaret ederek sormuş:
-Bu köşk kimin?
-Kirkor’un...
-Ya şu koca bina?
-Yargo’nun...
-Ya şu?
-Salomon’un...
Atatürk biraz sinirlenerek sormuş:
-Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz? Toplananların arkalarında bir köylünün sesi duyulur:
-Biz mi nerede idik? Biz Yemen’de, Tuna Boyları’nda, Balkanlar’da, Arnavutluk Dağlarında, Kafkaslar’da, Çanakkale’de, Sakarya’da savaşıyorduk paşam...
Atatürk bu anısını naklederken:
-Hayatımda cevap veremediğim tek insan bu ak sakallı ihtiyar olmuştur, der dururdu.
Atatürk’e en yakınındaki isimlerden Hacı Tevfik’in torunu
Mustafa Kemal Atatürk’ün en yakınındaki isimlerden Hacı
Tevfik’in torunu, kütüphanecisi ve özel kalemi Nuri Bey’in oğlu Mustafa Kemal
Ulusu'dan Atatürk'e ait önemli anektodları Abbas Güçlü ile Genç Bakış
programında anlattı. Neleri sevmezdi? Diktatör değil, tek adamdı. Eşiyle pek
severek evlenmediği ve asıl aşkının Fikriye Hanım olduğu bir gerçek.
* Uyumadan 48 saat çalışırmış. Babam 5000’e yakın kitap okuduğunu söylerdi. Okuduğu her kitabı babam da okuyordu. Çünkü sorardı. Savaşlarda cephelerde bile tarih kitabı okurmuş.
* Boyu 1.74, elleri çok ufak. Tıraşını kendisi olmazmış.
* Fenerbahçeli fakat futbolla çok alakadar değilmiş.
* Güreş’i çok severmiş. Zaman zaman köşke pehlivanları çağırarak güreştirir, para yardımları yaparmış.
* İyi bir biniciymiş, yüzmeyi çok severmiş.
* Silaha çok meraklı, iyi bir atıcıymış.
* Yemekle çok arası yok. En çok kuru fasulye pilav sever.4
* Sürekli içer miydi? Atatürk’ün her sofrasında içki olduğu söyleniyor. Böyle bir şey mümkün değil. Çalıştığı geceler kesinlikle içmezmiş.
* Yanında hiç para taşımazmış. Yanındaki çalışanlarının hiçbirini zengin etmemiştir.
* Fevzi Çakmak geleceği zaman sofrasında içki olmazdı. Ona karşı büyük saygısı vardı. Köşkte kapıda karşıladığı tek kişiydi.
* Çok şık giyinirmiş. Ayakkabılarına çok dikkat edermiş. Kılık kıyafete çok dikkat ederdi. 1930’larda Adana’da, Karadeniz’deki kadınların kıyafetleri çok modern.
* Babam ve şoförüyle gece yarısı köşkten çıkan biri. Kimseden korkmazdı. Halkın içindeydi.
* Manevi kızı Afet İnan onun hayatında çok önemli.
* Babam Atatürk öldüğü anda yanındaydı. Babam seve, öpe, okşaya fanilasını, iç çamaşırını kesiyor, ağzını siliyor. Bunlar hep babamdaydı.
* Liderler öldükten sonra maskının alınması gerekiyor. Babam onu da yapıyor.
* Atatürk ve din- Kuran-ı Kerim’i Türkçeleştiriyor.
* Kuran okununca çok duygulanan, ağlayan bir insan. Babam bizzat gördüm derdi. Ayasofya’da Kuran okunduğunda Dolmabahçe’de naklen radyodan dinleyince gözlerinden şakır şakır yaş gelmiş.
* Hazreti Muhammed’i en büyük komutan olarak biliyor ve söylüyor.
* İslamiyet’e çok saygı duyarmış. Dolmabahçe Sarayı’nda sabahın gün ışıklarına kadar devam eden bir düğünde ezan vakti Atatürk manevi kızı Nebile’ye “Hadi bir ezan oku” diyor. Ve okumaya başlıyor. Babam “Tam yanı başındaydım, gözlerinden damla damla yaş aktığını gördüm” derdi.
* Kimsenin kıyafetine karışmazdı. Batı’yı Türkiye’ye getirmeye çalışıyor. Benim babaannem çarşaflıydı. Köşkte çarşafıyla geziyordu.
* İsmim O’nun vasiyeti Bir gün babama “Ne mutlu sana bir ailen, yavruların var. Allah bana vermedi ama milletimin babalığını nasip etti, onunla avunuyorum. Biliyorum, erkek çocuk istiyorsun. Beni ne kadar çok sevdiğini biliyorum. Ömrüm vefa etmez ise vasiyetimdir, adını Mustafa Kemal koy” diyor.
* Soyadımızı da koymuştur. Dedem Hacı Tevfik’in denizci olması sebebiyle “Ulu Su” adını koymuştur.
* Atatürk Etnografya Müzesi’ni hiç beğenmezdi. Orada o kadar uzun yıl kalmasını babam içine hiç sindirmiyordu. Babamın en çok üzüldüğü mevzudur oraya defnedilmesi.
* Babam İnönü’ye kırgındı. Askeri dehasını takdir ederdi. Ama Atatürk’e karşı olan bazı yaşanmış olaylarını biliyordu. Atatürk kıskanılmayacak bir insan değildi. Atatürk, Celal Bayar’ı Başbakan yaptıktan sonra küslük başlıyor. İnönü hazmedemiyor.
* Atatürk tamamıyla Batılı düşüncelere açık bir insan. İnönü daha tutucu!
* Atatürk’ün İnönü’ye karşı bir vefası vardı. Çocuklarına o yüzden sahip çıktı.
* Hasta olduğu dönemde, Atatürk İnönü’yü görmek istiyor. Ama İstanbul’a gelmesi önleniyor. Suikast yapılır diye.
* İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi bölümünden Yrd. Doç. Dr. Hayrünisa Alp anlatıyor. Atatürk’ün çok sevdiği Florya Deniz Köşkü’ndeki hatıralarından Pera Palas’taki odasına, Şişli’deki Pembe Ev’den Dolmabahçe’deki Saray günlerine işte Ulu Önder’in İstanbul’u...
* Atatürk’ün İstanbul’unu bize anlatır mısınız? İstanbul O’nun için ne ifade ediyordu? İstanbul Atatürk’ün, hayatının belki de en mutlu günlerini geçirdiği şehir. Ayrıca birçok devrimi de bu şehirde gerçekleştirdi.
* 1899- 1919 ve 1927-1938 yılları arasında İstanbul’da geçirdiği her an anılarla dolu. Atatürk’ün ilk kez Harp Okulu’na başladığı günlerde geldiği İstanbul, hayatının önemli bölümünü geçireceği, kendisinde hayranlık uyandıran bir şehir halini aldı.
* Manastır Askeri İdadisi’ni bitirdikten sonra 13 Mart 1899 günü bugün genel merkezi Ankara’ya taşınmış olan o zamanlarda Pangaltı’da bulunan Harbiye Mektebi’nde İstanbul’da okumaya başladı.
* 1900’lü yıllardan 10 Kasım 1938’de aramızdan ayrılışına kadar İstanbul’da pek çok anı yaşamış, tarihi günlere şahitlik etmiş, kendisi ve Türk milleti için tarihi baştan yazacak devrimlere İstanbul’da öncülük etmiştir.
‘SELANİK’TEN SONRA EN SEVDİĞİ ŞEHİR İSTANBUL OLDU ’
Yaz tatillerinde Selanik’ten İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Harbiye’ye gelişinde şöyle söylemişti: ‘Osmanlı Devleti’nin temellerinin daha hızlı çatırdamakta olduğunu bu sefer daha iyi hissettim...
* Rumeli’de Sırp, Rum, Bulgar komitecilerini besleyen Ruslar buraları bizden bütünüyle koparmak çabasındalar, ordularımızın başında bulunan komutanlar aciz. Abdülhamid ise Avrupa’nın politikasından bütünüyle habersiz.’
* Trablusgarb savaşı için henüz yola çıkmamış Selanik’te Beyaz Kule’de sınıf arkadaşı Ali Fuat (Cebesoy) ile konuşurken ‘Müteessirim doğup büyüdüğüm Selanik acaba Türklerin elinde kalacak mı?...
* Ah, Selanik, seni bir daha Türk olarak görebilecek miyim?’ derken gözlerinden yaşlar süzülmüştü. Balkan Savaşları sonrası elden çıkan Selanik’in Misak-ı Milli sınırları dışında kalması Atatürk’ün ömrü boyunca içinde bir ukde olarak kalacaktı.
* İstanbul, zaman içinde Selanik’ten sonra en sevdiği şehir oldu. Trablusgarb Savaşı’ndan sonra artık tekrar Selanik’e dönmedi. Zübeyde Hanım ve Makbule Hanım da Beşiktaş’taki Akaretler’de 76 numaralı eve yerleşti.
KURTULUŞ MÜCADELESİNİ ŞİŞLİ’DEKİ PEMBE EV’DE PLANLADI
Kurtuluş mücadelesine başlayacağı 3 Kasım 1918 günü Üsküdar’dan kayığa binen önder, o gün ‘Düşmanlar geldikleri gibi gidecekler’ demişti.
* Bir tevafuk eseri Mustafa Kemal’in İstanbul’a geldiği gün boğaza demirleyen İngiliz, Fransız, Yunan ve İtalyan kuvvetlerinden oluşan 54 parçalık donanma 3 senelik zaman zarfında geldikleri gibi gitmek zorunda kalmışlardı.
* İlkin ülkenin çok da parlak görünmeyen geleceğini İstanbul’da birtakım kurtuluş çareleri araştırarak geçirdi Atatürk. 3 Kasım 1918’den 16 Mayıs 1919’a kadar geçen 6 aylık süreçte “Şişli’deki Pembe Ev”de kaldı.
* Buradan sık sık yürüyerek Süleymaniye’de İsmet Bey’in (İnönü) konağına gelip silah arkadaşlarıyla ülkenin geleceğine dair planları konuşuyordu.
* Günümüzde İstanbul Üniversitesi’nin Rektörlük binası olarak kullanılan bina o dönemde Harbiye Nezareti (Genelkurmay Başkanlığı) olarak kullanıldı. Göreviyle ilgili yazışmalar ve görüşmeler için sık sık buraya geliyordu.
* Pera Palas’ın ardından Halep’te tanıştığı Hıristiyan bir aile Arap Salih Fansa’nın Beyoğlu’ndaki konağında bir ay kaldı ve bayan Fansa işte bu süreçte Şişli’deki pembe evi O’nun için kiraladı.
‘MİLLİ MÜCADELESİNE TANIKLIK EDEN ÖZEL BİR KENT’
Atatürk bu dönemde annesi ve kız kardeşi Makbule Hanım ile yaşamak yerine yalnız yaşamayı tercih etti. Nedeni ise annesinin oğlunun iyiliğini düşünerek devamlı surette onu uyarmaya çalışması oldu
* Öyle ki Zübeyde Hanım bir gün Şişli’deki pembe evde Mustafa Kemal’in arkadaşlarıyla konuşmalarına şahit olur ve oğlunu; “Yedi evliya kuvveti olan padişahımız efendimize sen ve arkadaşların isyan mı edeceksiniz, aman oğlum!” diye uyardı...
* Milli Mücadele’yi hazırladığı bir başka mekân da Beyoğlu’nda Bursa Sokağı’nda Madam Corinne’in evi. Cenova doğumlu İtalyan Madam Corinne, Beyoğlu Bursa Sokak’ta bugünkü Sadri Alışık Sokak’taki 4 katlı 36 numaralı konağını kulüp haline getirmişti.
* Burada Corinne piyano çalar Namık Kemal’in torunu Cezmi kemanıyla ona eşlik ederdi. Selim Sırrı (Tarcan), Abdülhak Hamit Tarhan ve eşi Lüsien de bu kulübe devam eden entelektüeller arasındaydı.
* Corinne ve Mustafa Kemal 1916’ya kadar Fransızca olarak mektuplaşmıştı.
* Corinne çoğu zaman Mustafa Kemal’in imla hatalarını da düzeltirdi. Mustafa Kemal henüz İstanbul’dayken evi İngilizler tarafından basılmış ve duvarda asılı Mustafa Kemal’in resmini indirmişlerdi.
* Madam Corinne, Mustafa Kemal Anadolu’ya geçtikten sonra sürekli tahkikata maruz kaldığından İtalya’ya kaçmak zorunda kalmıştı.
* Atatürk’le mektuplaşmaları uzun yıllar sürdü. Bu mektuplar, Cumhuriyet Kitaplığı’nda kitap olarak da basıldığı gibi 21 Kasım 1954-6 Aralık 1954 yılları arasında Milliyet Gazetesi’nde tefrika olarak yayınlandı.
O'NUN İÇİN ÖZGÜRLÜĞÜN VE MUTLULUĞUN ADRESİYDİ
Atatürk her işin uzmanından faydalanması gerekliliğinin bilincinde okuma âşığı bir karakterdi.
* Özellikle çok önem verdiği dil ve tarih çalışmalarında konunun uzmanı araştırmacıları bir araya getirmek amacıyla topladığı kongrelerle İstanbul’un bir kültür başkenti olma özelliğini korumasına katkı sağlayacak çalışmalar yaptı.
* 1930 ve 1932 yıllarında gerçekleşen kongrelere dünyanın her yerinden ve bütün Türkiye’den konunun uzmanı akademisyenleri çağırdı. Büyük toplantılarda ilk tercihi İstanbul oldu.
ÖZGÜRLÜKLER ŞEHRİYDİ
İstanbul Atatürk için bir özgürlük kentiydi. Dolmabahçe Sarayı günlerinden birinde, Atatürk saraydan kaçıp Beşiktaş’taki balıkçılar kahvehanesine gider, daha çok Rum balıkçıların olduğu kahvede hürmetle karşılanıp...
* ...muhabbet ederken Ata’nın güvenliğinden sorumlu İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ uykusundan uyanıp Atatürk’ün sarayda olmadığını fark eder. Bütün saray karış karış aranır.
* Gazi’nin denize düşmüş olma ihtimaline karşı deniz aramalarına dalgıçlar bile getirilir. Atatürk bir gün de; Yaveri Nuri Conker ile Florya’dan köşkün tüm nöbetçilerini atlatarak kaçmıştı.
* Her fırsatta İstanbul’u daha fazla hissetmek, hayranı olduğu bu kentte biraz daha özgürce vakit geçirebilmek için böyle sürpriz kaçışlar yapardı. Bu nedenle İstanbul onun için bir özgürlükler şehriydi...
EN GÜZEL ANILARINI FLORYA’DAKI KÖŞKÜ’NDE YAŞADI
Atatürk Florya’da manevi kızı Ülkü ile vakit geçirmeyi çok severdi. Ülkü Adatepe’nin yeri çok ayrıydı. Florya’da Ülkü’yle denize girer, kumsalda vakit geçirirdi.
* Bu evde odasına en yakın oda da yine Ülkü’nün odasıydı. Her türlü çocukluk kaprisini sevgiyle karşıladığı Ülkü bir gün Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk’ün siyah ayakkabılarını kahverengine boyamış bunu yaparken de yakalanmıştı.
* Atatürk “Boyamayı sevdiğine göre artık sana boya kalemleri alalım bundan sonra resimleri boyarsın” demişti. O günden sonra minik Ülkü boya kalemleriyle resim yapmaya devam etmişti.
ATATÜRK’ÜN EN ÖNEMLİ ANLARI İSTANBUL’DA GEÇTİ
Atatürk için özel bir kent olan İstanbul en önemli olayların da şahidi oldu. İstanbul’da bulunduğu sürelerde Atatürk akademisyenlerle görüşmüş...
* ... müze açılışları, deniz manevraları, prens ve prenses kabulleri yapmış, gazetecilere röportajlarını bu kentte vermişti. Türk-Yunan dostluk görüşmeleri, tarih ve dil konuları üzerinde çalışmaları, Florya ziyaretleri...
* ...çok sevdiği halkıyla buluşmaları, Savarona yatında geçen 65 günü ve nihayetinde Dolmabahçe Sarayı’nın 71 numaralı odasında geçirdiği tedavi evresi ve vefatı dahi İstanbul’da olmuştu.
HAYATI GÖRÜŞMELERE PERA PALAS ŞAHİTLİK ETTİ
İstanbul Beyoğlu’nda yer alan Pera Palas Hotel bundan yıllar önce önemli bir misafir ağırladı.
* Ulu Önder Mustafa Kemal’in 1917’den itibaren pek çok kez evi gibi kullandığı 101 numaralı oda O’nun en önemli görüşmelerine şahitlik etti.
İSTANBUL'DA BULUNDUĞU MEKANLAR
-Dolmabahçe Sarayı -Florya Deniz Köşkü -İstanbul Üniversitesi Rektörlük Binası / Dönemin Harbiye Nezareti
* -Harbiye Mektebi: Bugün İTÜ Maçka Kampüsu’nun olduğu bina -Şişli’deki Pembe Ev -Fansa’ların evi
* Pera Palas Oteli -Zübeyde Hanım’ın Akaretler’deki evi -Polonezköy’deki evi
"AŞKIMIZIN KUTSİ VE YÜKSEK MİHRABI"
-İstanbul, bizim tarihimizin ve uygarlığımızın bir özetidir.
* Dört beş yüzyıllık millî çalışmamızın verimi bu güzide şehrimizde toplanmıştır. Millî yeteneğimizin devamlı ve güzel birer belirtisi olan bunca anıtlar ve kuruluşlar hep oradadır.
* İstanbul, millî mücadelemizin devamı müddetince millî ve vatanî aşkımızın kutsî ve yüksek bir mihrabı olmuştur. Bundan sonra da hiçbir olay, hiçbir kuvvet, ruhumuzu bu kutsal mihraptan çeviremeyecektir.
* Uyumadan 48 saat çalışırmış. Babam 5000’e yakın kitap okuduğunu söylerdi. Okuduğu her kitabı babam da okuyordu. Çünkü sorardı. Savaşlarda cephelerde bile tarih kitabı okurmuş.
* Boyu 1.74, elleri çok ufak. Tıraşını kendisi olmazmış.
* Fenerbahçeli fakat futbolla çok alakadar değilmiş.
* Güreş’i çok severmiş. Zaman zaman köşke pehlivanları çağırarak güreştirir, para yardımları yaparmış.
* İyi bir biniciymiş, yüzmeyi çok severmiş.
* Silaha çok meraklı, iyi bir atıcıymış.
* Yemekle çok arası yok. En çok kuru fasulye pilav sever.4
* Sürekli içer miydi? Atatürk’ün her sofrasında içki olduğu söyleniyor. Böyle bir şey mümkün değil. Çalıştığı geceler kesinlikle içmezmiş.
* Yanında hiç para taşımazmış. Yanındaki çalışanlarının hiçbirini zengin etmemiştir.
* Fevzi Çakmak geleceği zaman sofrasında içki olmazdı. Ona karşı büyük saygısı vardı. Köşkte kapıda karşıladığı tek kişiydi.
* Çok şık giyinirmiş. Ayakkabılarına çok dikkat edermiş. Kılık kıyafete çok dikkat ederdi. 1930’larda Adana’da, Karadeniz’deki kadınların kıyafetleri çok modern.
* Babam ve şoförüyle gece yarısı köşkten çıkan biri. Kimseden korkmazdı. Halkın içindeydi.
* Manevi kızı Afet İnan onun hayatında çok önemli.
* Babam Atatürk öldüğü anda yanındaydı. Babam seve, öpe, okşaya fanilasını, iç çamaşırını kesiyor, ağzını siliyor. Bunlar hep babamdaydı.
* Liderler öldükten sonra maskının alınması gerekiyor. Babam onu da yapıyor.
* Atatürk ve din- Kuran-ı Kerim’i Türkçeleştiriyor.
* Kuran okununca çok duygulanan, ağlayan bir insan. Babam bizzat gördüm derdi. Ayasofya’da Kuran okunduğunda Dolmabahçe’de naklen radyodan dinleyince gözlerinden şakır şakır yaş gelmiş.
* Hazreti Muhammed’i en büyük komutan olarak biliyor ve söylüyor.
* İslamiyet’e çok saygı duyarmış. Dolmabahçe Sarayı’nda sabahın gün ışıklarına kadar devam eden bir düğünde ezan vakti Atatürk manevi kızı Nebile’ye “Hadi bir ezan oku” diyor. Ve okumaya başlıyor. Babam “Tam yanı başındaydım, gözlerinden damla damla yaş aktığını gördüm” derdi.
* Kimsenin kıyafetine karışmazdı. Batı’yı Türkiye’ye getirmeye çalışıyor. Benim babaannem çarşaflıydı. Köşkte çarşafıyla geziyordu.
* İsmim O’nun vasiyeti Bir gün babama “Ne mutlu sana bir ailen, yavruların var. Allah bana vermedi ama milletimin babalığını nasip etti, onunla avunuyorum. Biliyorum, erkek çocuk istiyorsun. Beni ne kadar çok sevdiğini biliyorum. Ömrüm vefa etmez ise vasiyetimdir, adını Mustafa Kemal koy” diyor.
* Soyadımızı da koymuştur. Dedem Hacı Tevfik’in denizci olması sebebiyle “Ulu Su” adını koymuştur.
* Atatürk Etnografya Müzesi’ni hiç beğenmezdi. Orada o kadar uzun yıl kalmasını babam içine hiç sindirmiyordu. Babamın en çok üzüldüğü mevzudur oraya defnedilmesi.
* Babam İnönü’ye kırgındı. Askeri dehasını takdir ederdi. Ama Atatürk’e karşı olan bazı yaşanmış olaylarını biliyordu. Atatürk kıskanılmayacak bir insan değildi. Atatürk, Celal Bayar’ı Başbakan yaptıktan sonra küslük başlıyor. İnönü hazmedemiyor.
* Atatürk tamamıyla Batılı düşüncelere açık bir insan. İnönü daha tutucu!
* Atatürk’ün İnönü’ye karşı bir vefası vardı. Çocuklarına o yüzden sahip çıktı.
* Hasta olduğu dönemde, Atatürk İnönü’yü görmek istiyor. Ama İstanbul’a gelmesi önleniyor. Suikast yapılır diye.
* İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi bölümünden Yrd. Doç. Dr. Hayrünisa Alp anlatıyor. Atatürk’ün çok sevdiği Florya Deniz Köşkü’ndeki hatıralarından Pera Palas’taki odasına, Şişli’deki Pembe Ev’den Dolmabahçe’deki Saray günlerine işte Ulu Önder’in İstanbul’u...
* Atatürk’ün İstanbul’unu bize anlatır mısınız? İstanbul O’nun için ne ifade ediyordu? İstanbul Atatürk’ün, hayatının belki de en mutlu günlerini geçirdiği şehir. Ayrıca birçok devrimi de bu şehirde gerçekleştirdi.
* 1899- 1919 ve 1927-1938 yılları arasında İstanbul’da geçirdiği her an anılarla dolu. Atatürk’ün ilk kez Harp Okulu’na başladığı günlerde geldiği İstanbul, hayatının önemli bölümünü geçireceği, kendisinde hayranlık uyandıran bir şehir halini aldı.
* Manastır Askeri İdadisi’ni bitirdikten sonra 13 Mart 1899 günü bugün genel merkezi Ankara’ya taşınmış olan o zamanlarda Pangaltı’da bulunan Harbiye Mektebi’nde İstanbul’da okumaya başladı.
* 1900’lü yıllardan 10 Kasım 1938’de aramızdan ayrılışına kadar İstanbul’da pek çok anı yaşamış, tarihi günlere şahitlik etmiş, kendisi ve Türk milleti için tarihi baştan yazacak devrimlere İstanbul’da öncülük etmiştir.
‘SELANİK’TEN SONRA EN SEVDİĞİ ŞEHİR İSTANBUL OLDU ’
Yaz tatillerinde Selanik’ten İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Harbiye’ye gelişinde şöyle söylemişti: ‘Osmanlı Devleti’nin temellerinin daha hızlı çatırdamakta olduğunu bu sefer daha iyi hissettim...
* Rumeli’de Sırp, Rum, Bulgar komitecilerini besleyen Ruslar buraları bizden bütünüyle koparmak çabasındalar, ordularımızın başında bulunan komutanlar aciz. Abdülhamid ise Avrupa’nın politikasından bütünüyle habersiz.’
* Trablusgarb savaşı için henüz yola çıkmamış Selanik’te Beyaz Kule’de sınıf arkadaşı Ali Fuat (Cebesoy) ile konuşurken ‘Müteessirim doğup büyüdüğüm Selanik acaba Türklerin elinde kalacak mı?...
* Ah, Selanik, seni bir daha Türk olarak görebilecek miyim?’ derken gözlerinden yaşlar süzülmüştü. Balkan Savaşları sonrası elden çıkan Selanik’in Misak-ı Milli sınırları dışında kalması Atatürk’ün ömrü boyunca içinde bir ukde olarak kalacaktı.
* İstanbul, zaman içinde Selanik’ten sonra en sevdiği şehir oldu. Trablusgarb Savaşı’ndan sonra artık tekrar Selanik’e dönmedi. Zübeyde Hanım ve Makbule Hanım da Beşiktaş’taki Akaretler’de 76 numaralı eve yerleşti.
KURTULUŞ MÜCADELESİNİ ŞİŞLİ’DEKİ PEMBE EV’DE PLANLADI
Kurtuluş mücadelesine başlayacağı 3 Kasım 1918 günü Üsküdar’dan kayığa binen önder, o gün ‘Düşmanlar geldikleri gibi gidecekler’ demişti.
* Bir tevafuk eseri Mustafa Kemal’in İstanbul’a geldiği gün boğaza demirleyen İngiliz, Fransız, Yunan ve İtalyan kuvvetlerinden oluşan 54 parçalık donanma 3 senelik zaman zarfında geldikleri gibi gitmek zorunda kalmışlardı.
* İlkin ülkenin çok da parlak görünmeyen geleceğini İstanbul’da birtakım kurtuluş çareleri araştırarak geçirdi Atatürk. 3 Kasım 1918’den 16 Mayıs 1919’a kadar geçen 6 aylık süreçte “Şişli’deki Pembe Ev”de kaldı.
* Buradan sık sık yürüyerek Süleymaniye’de İsmet Bey’in (İnönü) konağına gelip silah arkadaşlarıyla ülkenin geleceğine dair planları konuşuyordu.
* Günümüzde İstanbul Üniversitesi’nin Rektörlük binası olarak kullanılan bina o dönemde Harbiye Nezareti (Genelkurmay Başkanlığı) olarak kullanıldı. Göreviyle ilgili yazışmalar ve görüşmeler için sık sık buraya geliyordu.
* Pera Palas’ın ardından Halep’te tanıştığı Hıristiyan bir aile Arap Salih Fansa’nın Beyoğlu’ndaki konağında bir ay kaldı ve bayan Fansa işte bu süreçte Şişli’deki pembe evi O’nun için kiraladı.
‘MİLLİ MÜCADELESİNE TANIKLIK EDEN ÖZEL BİR KENT’
Atatürk bu dönemde annesi ve kız kardeşi Makbule Hanım ile yaşamak yerine yalnız yaşamayı tercih etti. Nedeni ise annesinin oğlunun iyiliğini düşünerek devamlı surette onu uyarmaya çalışması oldu
* Öyle ki Zübeyde Hanım bir gün Şişli’deki pembe evde Mustafa Kemal’in arkadaşlarıyla konuşmalarına şahit olur ve oğlunu; “Yedi evliya kuvveti olan padişahımız efendimize sen ve arkadaşların isyan mı edeceksiniz, aman oğlum!” diye uyardı...
* Milli Mücadele’yi hazırladığı bir başka mekân da Beyoğlu’nda Bursa Sokağı’nda Madam Corinne’in evi. Cenova doğumlu İtalyan Madam Corinne, Beyoğlu Bursa Sokak’ta bugünkü Sadri Alışık Sokak’taki 4 katlı 36 numaralı konağını kulüp haline getirmişti.
* Burada Corinne piyano çalar Namık Kemal’in torunu Cezmi kemanıyla ona eşlik ederdi. Selim Sırrı (Tarcan), Abdülhak Hamit Tarhan ve eşi Lüsien de bu kulübe devam eden entelektüeller arasındaydı.
* Corinne ve Mustafa Kemal 1916’ya kadar Fransızca olarak mektuplaşmıştı.
* Corinne çoğu zaman Mustafa Kemal’in imla hatalarını da düzeltirdi. Mustafa Kemal henüz İstanbul’dayken evi İngilizler tarafından basılmış ve duvarda asılı Mustafa Kemal’in resmini indirmişlerdi.
* Madam Corinne, Mustafa Kemal Anadolu’ya geçtikten sonra sürekli tahkikata maruz kaldığından İtalya’ya kaçmak zorunda kalmıştı.
* Atatürk’le mektuplaşmaları uzun yıllar sürdü. Bu mektuplar, Cumhuriyet Kitaplığı’nda kitap olarak da basıldığı gibi 21 Kasım 1954-6 Aralık 1954 yılları arasında Milliyet Gazetesi’nde tefrika olarak yayınlandı.
O'NUN İÇİN ÖZGÜRLÜĞÜN VE MUTLULUĞUN ADRESİYDİ
Atatürk her işin uzmanından faydalanması gerekliliğinin bilincinde okuma âşığı bir karakterdi.
* Özellikle çok önem verdiği dil ve tarih çalışmalarında konunun uzmanı araştırmacıları bir araya getirmek amacıyla topladığı kongrelerle İstanbul’un bir kültür başkenti olma özelliğini korumasına katkı sağlayacak çalışmalar yaptı.
* 1930 ve 1932 yıllarında gerçekleşen kongrelere dünyanın her yerinden ve bütün Türkiye’den konunun uzmanı akademisyenleri çağırdı. Büyük toplantılarda ilk tercihi İstanbul oldu.
ÖZGÜRLÜKLER ŞEHRİYDİ
İstanbul Atatürk için bir özgürlük kentiydi. Dolmabahçe Sarayı günlerinden birinde, Atatürk saraydan kaçıp Beşiktaş’taki balıkçılar kahvehanesine gider, daha çok Rum balıkçıların olduğu kahvede hürmetle karşılanıp...
* ...muhabbet ederken Ata’nın güvenliğinden sorumlu İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ uykusundan uyanıp Atatürk’ün sarayda olmadığını fark eder. Bütün saray karış karış aranır.
* Gazi’nin denize düşmüş olma ihtimaline karşı deniz aramalarına dalgıçlar bile getirilir. Atatürk bir gün de; Yaveri Nuri Conker ile Florya’dan köşkün tüm nöbetçilerini atlatarak kaçmıştı.
* Her fırsatta İstanbul’u daha fazla hissetmek, hayranı olduğu bu kentte biraz daha özgürce vakit geçirebilmek için böyle sürpriz kaçışlar yapardı. Bu nedenle İstanbul onun için bir özgürlükler şehriydi...
EN GÜZEL ANILARINI FLORYA’DAKI KÖŞKÜ’NDE YAŞADI
Atatürk Florya’da manevi kızı Ülkü ile vakit geçirmeyi çok severdi. Ülkü Adatepe’nin yeri çok ayrıydı. Florya’da Ülkü’yle denize girer, kumsalda vakit geçirirdi.
* Bu evde odasına en yakın oda da yine Ülkü’nün odasıydı. Her türlü çocukluk kaprisini sevgiyle karşıladığı Ülkü bir gün Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk’ün siyah ayakkabılarını kahverengine boyamış bunu yaparken de yakalanmıştı.
* Atatürk “Boyamayı sevdiğine göre artık sana boya kalemleri alalım bundan sonra resimleri boyarsın” demişti. O günden sonra minik Ülkü boya kalemleriyle resim yapmaya devam etmişti.
ATATÜRK’ÜN EN ÖNEMLİ ANLARI İSTANBUL’DA GEÇTİ
Atatürk için özel bir kent olan İstanbul en önemli olayların da şahidi oldu. İstanbul’da bulunduğu sürelerde Atatürk akademisyenlerle görüşmüş...
* ... müze açılışları, deniz manevraları, prens ve prenses kabulleri yapmış, gazetecilere röportajlarını bu kentte vermişti. Türk-Yunan dostluk görüşmeleri, tarih ve dil konuları üzerinde çalışmaları, Florya ziyaretleri...
* ...çok sevdiği halkıyla buluşmaları, Savarona yatında geçen 65 günü ve nihayetinde Dolmabahçe Sarayı’nın 71 numaralı odasında geçirdiği tedavi evresi ve vefatı dahi İstanbul’da olmuştu.
HAYATI GÖRÜŞMELERE PERA PALAS ŞAHİTLİK ETTİ
İstanbul Beyoğlu’nda yer alan Pera Palas Hotel bundan yıllar önce önemli bir misafir ağırladı.
* Ulu Önder Mustafa Kemal’in 1917’den itibaren pek çok kez evi gibi kullandığı 101 numaralı oda O’nun en önemli görüşmelerine şahitlik etti.
İSTANBUL'DA BULUNDUĞU MEKANLAR
-Dolmabahçe Sarayı -Florya Deniz Köşkü -İstanbul Üniversitesi Rektörlük Binası / Dönemin Harbiye Nezareti
* -Harbiye Mektebi: Bugün İTÜ Maçka Kampüsu’nun olduğu bina -Şişli’deki Pembe Ev -Fansa’ların evi
* Pera Palas Oteli -Zübeyde Hanım’ın Akaretler’deki evi -Polonezköy’deki evi
"AŞKIMIZIN KUTSİ VE YÜKSEK MİHRABI"
-İstanbul, bizim tarihimizin ve uygarlığımızın bir özetidir.
* Dört beş yüzyıllık millî çalışmamızın verimi bu güzide şehrimizde toplanmıştır. Millî yeteneğimizin devamlı ve güzel birer belirtisi olan bunca anıtlar ve kuruluşlar hep oradadır.
* İstanbul, millî mücadelemizin devamı müddetince millî ve vatanî aşkımızın kutsî ve yüksek bir mihrabı olmuştur. Bundan sonra da hiçbir olay, hiçbir kuvvet, ruhumuzu bu kutsal mihraptan çeviremeyecektir.
12 Şubat 2018 Pazartesi
ANKARA'NIN BAŞKENT OLUŞU
Mustafa Kemal Paşa, Erzurum, Sivas Kongrelerinden sonra 27 Aralık 1919 günü Temsilciler Kurulu üyeleriyle birlikte Ankara'ya geldi.
O zamana kadar Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul idi. Osmanlı Mebusan Meclisi son kez 12 Ocak 1919'da İstanbul'da toplandı. 16 Mart 1919 günü İngilizler İstanbul'a girdi. Önce meclisi bastılar. Bu olay üzerine birçok milletvekili Anadolu'ya geçti. Yakalananlardan çoğu tutuklandı. Artık Osmanlı Mebusan Meclisi'nin İstanbul'da toplanma olasılığı kalmamıştı. Milletvekillerinin toplanacağı ve ülkenin yönetileceği bir başkent gerekiyordu.
Ankara, Anadolu'nun ortasında, savaş cephelerine eşit uzaklıkta bir kentti. Savaşın yönetimi ve haberleşme, Ankara'dan kolaylıkla yürütülürdü. Dağılan Osmanlı Mebusan Meclisi üyeleri ile Sivas ve Erzurum Kongreleri'nde seçilen temsilcilerin bir yerde toplanması gerekiyordu. Bu nedenle 19 Mart 1919 günü Mustafa Kemal Paşa kimi illere ve komutanlıklara bir genelge gönderdi. Bu genelgede özetle; "Osmanlı Devletinin yaşamı ve egemenliğinin sona erdiği" bildiriliyor, "Türk ulusu kendi yaşamını ve bağımsızlığını koruyacaktır." deniliyordu. Bu genelgeden sonra temsilcilerle Osmanlı Mebusan Meclisi'nden gelen üyeler Ankara'da toplanmaya başladılar. Ankaralılar onları coşkuyla, sevinçle, sevgiyle karşıladı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920 günü, Ankara'da açıldı. Meclis, ilk oturumunda Mustafa Kemal Paşa'yı başkan seçti. Mustafa Kemal Paşa bundan sonra ülkeyi kurtarma çalışmalarını Anadolu'nun bu küçük kentinde sürdürdü. Ulusal Kurtuluş Savaşı'mızın planları bu yoksul kentte hazırlandı. Savaşın başarıya ulaşması için düzenli ordular kuruldu. Bu ordular İnönü'de, Sakarya'da, Dumlupınar'da düşmanı bozguna uğrattı. 30 Ağustos 1922'de kazanılan Başkomutanlık Savaşı ile Kurtuluş Savaşı’mız tamamlandı.
Yurdumuz düşmanlardan kurtulduktan sonra 13 Ekim 1923 günü İsmet Paşa ve dört arkadaşı Ankara'nın başkent olması için Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne yasa önerisi verdiler. Öneri mecliste oylandı, kabul edildi. Böylece Ankara yeni Türkiye Devleti'nin başkenti oldu.
Başken, ülkenin yönetim merkezidir. Büyük Millet Meclisi, devlet başkanı, başbakanlık, bakanlıklar, yüksek yargı organları, başkentte bulunur.
Ankara başkent olduktan sonra gelişti. Modern yapılar, büyük apartmanlar yapıldı. Yüksek okullar, üniversiteler açıldı. Fabrikalar, yeni iş yerleri kuruldu. Kent kısa sürede büyüdü, genişledi.
Ankara bugün nüfus yoğunluğu bakımından yurdumuzun ikinci büyük kentidir.
Her yıl 13 Ekim günü Ankara'nın başkent oluşu, düzenlenen büyük törenlerle kutlanır. Ankara Kalesi'nde başlayan bu törene özel giysileri içinde seymenler, öğrenciler, çeşitli dernek temsilcileri katılırlar. Törende yapılan konuşmalarda Ankara'nın başkent oluşunun anlam ve önemi belirtilir.
O zamana kadar Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul idi. Osmanlı Mebusan Meclisi son kez 12 Ocak 1919'da İstanbul'da toplandı. 16 Mart 1919 günü İngilizler İstanbul'a girdi. Önce meclisi bastılar. Bu olay üzerine birçok milletvekili Anadolu'ya geçti. Yakalananlardan çoğu tutuklandı. Artık Osmanlı Mebusan Meclisi'nin İstanbul'da toplanma olasılığı kalmamıştı. Milletvekillerinin toplanacağı ve ülkenin yönetileceği bir başkent gerekiyordu.
Ankara, Anadolu'nun ortasında, savaş cephelerine eşit uzaklıkta bir kentti. Savaşın yönetimi ve haberleşme, Ankara'dan kolaylıkla yürütülürdü. Dağılan Osmanlı Mebusan Meclisi üyeleri ile Sivas ve Erzurum Kongreleri'nde seçilen temsilcilerin bir yerde toplanması gerekiyordu. Bu nedenle 19 Mart 1919 günü Mustafa Kemal Paşa kimi illere ve komutanlıklara bir genelge gönderdi. Bu genelgede özetle; "Osmanlı Devletinin yaşamı ve egemenliğinin sona erdiği" bildiriliyor, "Türk ulusu kendi yaşamını ve bağımsızlığını koruyacaktır." deniliyordu. Bu genelgeden sonra temsilcilerle Osmanlı Mebusan Meclisi'nden gelen üyeler Ankara'da toplanmaya başladılar. Ankaralılar onları coşkuyla, sevinçle, sevgiyle karşıladı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920 günü, Ankara'da açıldı. Meclis, ilk oturumunda Mustafa Kemal Paşa'yı başkan seçti. Mustafa Kemal Paşa bundan sonra ülkeyi kurtarma çalışmalarını Anadolu'nun bu küçük kentinde sürdürdü. Ulusal Kurtuluş Savaşı'mızın planları bu yoksul kentte hazırlandı. Savaşın başarıya ulaşması için düzenli ordular kuruldu. Bu ordular İnönü'de, Sakarya'da, Dumlupınar'da düşmanı bozguna uğrattı. 30 Ağustos 1922'de kazanılan Başkomutanlık Savaşı ile Kurtuluş Savaşı’mız tamamlandı.
Yurdumuz düşmanlardan kurtulduktan sonra 13 Ekim 1923 günü İsmet Paşa ve dört arkadaşı Ankara'nın başkent olması için Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne yasa önerisi verdiler. Öneri mecliste oylandı, kabul edildi. Böylece Ankara yeni Türkiye Devleti'nin başkenti oldu.
Başken, ülkenin yönetim merkezidir. Büyük Millet Meclisi, devlet başkanı, başbakanlık, bakanlıklar, yüksek yargı organları, başkentte bulunur.
Ankara başkent olduktan sonra gelişti. Modern yapılar, büyük apartmanlar yapıldı. Yüksek okullar, üniversiteler açıldı. Fabrikalar, yeni iş yerleri kuruldu. Kent kısa sürede büyüdü, genişledi.
Ankara bugün nüfus yoğunluğu bakımından yurdumuzun ikinci büyük kentidir.
Her yıl 13 Ekim günü Ankara'nın başkent oluşu, düzenlenen büyük törenlerle kutlanır. Ankara Kalesi'nde başlayan bu törene özel giysileri içinde seymenler, öğrenciler, çeşitli dernek temsilcileri katılırlar. Törende yapılan konuşmalarda Ankara'nın başkent oluşunun anlam ve önemi belirtilir.
YORGUNLUK
İzmir Zaferi'nden sonra trenle
Ankara'ya dönmüştü. Vali daha önceki istasyonlardan birinde kendisini
karşılamaya gitti,
— Nerededir? diye sordu.
— Daha giyinmedi...
dediler.
Vali Atatürk'ün ahbabı idi. Biraz
teklifsizliğe vurarak kompartıman kapısına kadar gitti,
— Büsbütün çıplak değilsiniz ya
efendim... dedi.
— Hayır ceketsizim. İçeri girdi,
Atatürk,
— Uyuyamadım, dedi, battaniye yastık
koymamışlar. Koluma dayandım, ağrıdı. Ceketimi yastık yapayım dedim, üşüdüm.
Uyuyamadım, kalktım.
— Peki, ama efendim niçin haber
vermediniz? Gülümseyerek cevap verdi,
— Hepsi de benim kadar
uykusuzdurlar. Rahatsız etmek istemedim.
Falih Rıfkı ATAY
YUGOSLAVYA KRALI
Atatürk, yurdumuzu ziyaret etmekte
olan Yugoslav Kralı Aleksandr ile, İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda konuşurken,
konuk Kral:
— Ekselans, dedi. Biz Türkleri çok
severiz. O kadar çok ki, vaktiyle Birinci Cihan Harbi'nin sonunda Lloyd George
Batı Anadolu'yu Yunanistan'a teklif etmeden evvel bize teklif etmişti. Fakat biz
Yugoslavlar, Türkleri çok sevdiğimiz için George'un bu önerisini kabul edip
Anadolu seferine çıkmadık.
Atatürk, Kral'ın bu sözlerine şu
cevabı verdi:
- Haşmetmeap, evvela bize karşı olan
sevginize teşekkür ederiz. Sonra, büyük geçmiş olsun...
Seyit Kemal KARAALİOĞLU
ALÇAK GÖNÜLLÜ
Atatürk'ü, 1938 Gençlik ve Spor
Bayramı günü, son defa, 19 Mayıs Stadyumu'nda gördüm. Şeref tribünü kapısında -o
zaman küçük bir çocuk olan kızıma- o günün anısı olan rozetini taktırmayarak bir
şeyler söylüyordu. Zayıf ve yorgundu.
Kızımdan Atatürk'ün kendisine neler
söylediğini sordum:
— Rozette resmim varmış, nasıl
takarım? dedi.
Zeki ve alçakgönüllü Atatürk
rozetteki resmi görmüştü.
Bu, O'nun stadyuma ilk ve son
gelişi, sanki gençliğe vedası oldu.
Nasuhi BAYDAR
Kaynak: Tan Gazetesi,
10.11.1946
ASKERLE GÜREŞ
Bir gezisinde, Kolordu binasının
kapısında aslan yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve güler yüzle
sordu:
— Sen güreş bilir misin?
Yanındakilerden en kuvvetli
görünenlerle Mehmetçiği güreştirdi. Genç asker her zaman üstün geliyordu. Çok
neşelendi, ayağa fırladı.
Ceketini çıkarıp Mehmet'e ense
tuttu:
— Haydi, bir de benimle
güreş!
Katıksız ve temiz Anadolu çocuğu
Ata'sının yüzüne hayranlıkla baktı:
—“Atam," dedi. "Senin sırtını yedi
düvel yere getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır?"
Gözleri doldu ve ağlamamak için
gülmeye çalıştı.
Tahsin UZER
Kaynak: Millet Dergisi,
1946
İZMİR SUİKASTI
İzmir'de hazırlanan o alçakça
suikastın sonuçsuz kalmasından sonra bir gün bize şu olayı
anlatmıştı:
—Ziya Hurşit'in beni öldürmeye memur
ettiği iki zavallı vardı. Sorguları yapıldıktan sonra bunların birisini yanıma
çağırdım. Odada kimse yoktu. Kendisine sordum:
— Sen Mustafa Kemal'i
öldürecekmişsin, öyle mi?
— Evet, dedi. Ben yine
sordum:
— Mustafa Kemal ne yapmıştı ki onu
öldürecektin?
— Fena bir adammış o. Memlekete çok
fenalık yapmış. Sonra bize onu öldürmek için para da vereceklerdi.
— Sen Mustafa Kemal'i tanıyor
musun?
— Hayır.
— O halde tanımadığın bir adamı
nasıl öldürecektin?
— Geçerken işaret edecekler, Mustafa
Kemal işte budur, diyeceklerdi. Biz de öldürecektik.
O zaman cebimdeki tabancayı
çıkararak kendisine uzattım:
— Mustafa Kemal benim, haydi al
eline tabancayı, öldür, dedim.
Herif benden bu karşılığı alınca
yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir süre şaşkın şaşkın yüzüme baktıktan sonra diz
üstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Yahya Galip KARGI
Kaynak: Yücel Dergisi, 1948
TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN KURUCUSU VE İLK CUMHURBAŞKANI ATATÜRK
Atatürk
1881 yılında, Selanik'te doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde
Hanım'dır. Asıl adı Mustafa'dır. Selanik'te yeni açılmış "Şemsi Efendi
Mektebi"nde ilkokula başladı. Selanik Askeri Rüştiyesi'ni, sonra Manastır Askeri
İdadisi'ni bitirdi. 1899'da İstanbul'a gelip "Harbiye Mektebi"ne girdi.
1905'te
Harp Akademisi'ni bitirip Şam'daki 5. Ordu'ya gönderildi. Orada "Vatan ve
Hürriyet" adlı gizli, ilerleme amacını güden derneği kurdu. 1907'de
Manastır'daki 3.Ordu'ya tayin edildi. "Vatan ve Hürriyet" cemiyeti oradaki
"İttihat ve Terakki" cemiyetiyle birleşti.
13 Nisan 1909'da İstanbul'da çıkan
"31 Mart Vaka’sı" üzerine, adını verdiği "Hareket Ordusu"nun Kurmay Başkanı
olarak bu kuvvetlerle İstanbul'a geldi. Ordu Komutanlığı tarafından İstanbul
halkına yayınlanan bildiriyi de Mustafa Kemal yazdı.
İtalyanların 1911 yılında
Trablusgarp'a asker çıkarması üzerine oraya gidip çete harpleri yaptı. 1912
yılında Balkan Savaşı çıkınca Romanya üzerinden İstanbul'a geldi. Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında önemli hizmetlerde
bulundu. Sofya Askeri Ataşesiyken Birinci Dünya Savaşı çıktı.
1915 yılında
Çanakkale'de Anafartalar'da büyük başarılar kazandı. Veliaht Vahideddin Efendi'yle birlikte 1917 yılı sonlarında Almanya
seyahatine katıldı. 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı'na
atandı. İstanbul'a düşman donanmasının girdiğini gördü. Hazırlıklarını yaptıktan
ve bazı dostlarından başka kimseye amacını söylemeden ordu müfettişliği
göreviyle 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı.
Sadrazam Damat Ferid Paşa'yı, Türkiye’mizin istiklalini feda ettiği için
telgrafla protesto etti. 22 Haziran 1919'da Amasya'dan bütün ulusa yayımladığı
bildiride, ulusça bir olup düşmanla savaşmak, özgürlük ve bağımsızlık kazanmak
gerektiğini anlattı.
Erzurum Kongresi'nden (23
Temmuz–7 Ağustos 1919) önce bütün resmi sıfat ve rütbelerini terk etti. 4
Eylül'deki Sivas Kongresi'nde "Heyet-i Temsiliye"
başkanı seçildi. 23 Nisan 1920'de Ankara'da Büyük Millet Meclisi'ni topladı.
Meclis'in görevlendirdiği "İcra Vekilleri Heyeti" Başkanlığına seçildi. "Sevr
Antlaşması"nı Türk ulusunun tanımadığını bütün dünyaya ilan etti.
Kurtuluş
Savaşı'nı başlattı. Yunanlılar, Birinci ve İkinci İnönü Savaşlarında geriye
atıldı. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa Sakarya kıyılarında düşmanı ağır kayıplara
uğrattı. T.B.M.M. Mustafa Kemal'e "Mareşal" rütbesiyle "Gazi" unvanını verdi.
26
Ağustos 1922'de başlayan Büyük Taarruz ve 30 Ağustos 1922'de kazanılan
Başkomutan Meydan Savaşı sonucunda düşman tamamen bozulup kaçmaya başladı. 9
Eylül'e kadar süren takip sonunda ordularımız düşmanı çıktığı yerde, İzmir'de
denize döktü.
11 Ekim 1922'de "Saltanat" yani padişahlık kaldırıldı. 24 Temmuz
1923'de Lozan Antlaşması imzalandı. Böylece Türk milleti hürriyet ve istiklaline
kavuştu. 29 Ekim 1923'de "Cumhuriyet" ilan edildi ve Mustafa Kemal ilk
Cumhurbaşkanı seçildi.
3 Mart 1924'de Halifelik kurumunu
kaldırdı. Din ve devlet işlerini birbirinden ayırdı. 17 Şubat 1926'da Medeni
Kanunu kabul ettik. 23 Ağustos 1925'te Ata, Kastamonu'da şapka giydi. 25
Kasım'da Şapka Kanunu çıktı. Uluslararası saat, takvim ve ölçüler kabul edildi.
1924'de medreseler ve mahalle mektepleri "Tevhid-i
Tedrisat" (Öğretim Birliği) kanunuyla kaldırılmıştı. 1928 yılında Arap harfi
alfabe kaldırıldı, yerine Latin harfi alfabe kabul edildi. Dil ve tarih alanında
çalışmalar yapmak üzere 1931' de Türk Tarih Kurumu'nu, 1932'de
Türk Dil Kurumu'nu kurdu.
Kadınlara haklarını veren kanunların kabulünden sonra
21 Haziran 1934'de "Soyadı Kanunu" çıktı. Köylünün sırtından "Aşar" denilen
vergiyi kaldırdı. Köylüye para, tohum, tarım araçları verildi; "Tarım Kredi
Kooperatifleri" kuruldu. Endüstri devrimi "Teşvik-i Sanayi Kanunu"yla başladı.
Sanat okulları yaygınlaştırıldı.
Yeraltı servetlerimizi işletmek için Etibank,
kumaş, kundura v.s üretimi için Sümerbank ve daha birçok devlet kuruluşu meydana
getirildi. T.B.M.M. kabul ettiği özel bir kanunla Cumhur reisi Gazi Mustafa
Kemal Paşa'ya "ATATÜRK" soyadını verdi (24 Kasım 1934).
Atatürk sadece başarılı bir asker
değildir. Devlet adamı olarak da ileriyi gören bir büyük dehadır. Türk
milletinin bütün ihtiyaçlarını görmüş, kısa süren hayatının bu devresinde
durmadan, dinlenmeden yeniye, ileriye koşmuş, ulusuna övünmesini, güvenmesini,
çalışmasını öğretmiştir.
En büyük öğretmenimiz Atatürk'tür; siyasi ve askeri
zaferleri milletin hayatında yeterli bulmaz, bağımsızlığın ilk şartının ekonomik
bağımsızlık olduğunu söyler, "İktisadi istiklal olmadıkça milli istiklal
olamaz", derdi.
Atatürk milleti uğruna yaptığı
her mücadeleden zaferle çıktı. Ama bu yorucu hayat bünyesini yıprattı. Hasta
olduğu halde memleket işleriyle uğraşıyordu. Büyük kurtarıcı 10 Kasım 1938'de
sabah 09.05'de ebedi uykusuna daldı.
19 Kasım günü Sarayburnu'ndan alınan tabutu
"Yavuz" zırhlısıyla İzmit'e, oradan trenle Ankara'ya götürüldü. Etnografya
Müzesi'ndeki mermer lahde kondu. Daha sonra Atatürk'ün tabutu 10 Kasım 1953'te
buradan alındı, büyük bir törenle Anıtkabir'deki ebedi istirahatgahına tevdi edildi.
AİLESİ
Mustafa Kemal Atatürk, 1881 yılında Selanik'te Kocakasım Mahallesi, Islahhane Caddesi'ndeki üç katlı pembe evde doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır.
Baba tarafından dedesi Hafız Ahmet Efendi XIV-XV. yüzyıllarda Konya ve Aydın'dan Makedonya'ya yerleştirilmiş Kocacık yörüklerindendir.
Annesi Zübeyde Hanım ise Selanik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş eski bir Türk ailesine mensuptur. Milis subaylığı, evkaf kâtipliği, gümrük memurluğu ve kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, 1871 yılında Zübeyde Hanım'la evlenmiş, 1888 yılında 47 yaşında ölmüştür.
Atatürk'ün beşkardeşinden dördü küçük yaşlarda ölmüş, sadece Makbule (Atadan) 1956 yılına kadar yaşamıştır. Büyük bir fedakârlıkla çocuklarını yetiştiren, örnek Türk kadını Zübeyde Hanım, 14 Ocak 1923'te İzmir’de, oğlunun başarılarını gördükten sonra 66 yaşında hayata gözlerini yummuştur.
ÇOCUKLUĞU GENÇLİĞİ
Atatürk, öğrenim çağına gelince Önce Hafız Mehmed Efendi'nin mahalle mektebinde (okulunda) öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti. Bir süre Rapla çiftliğinde dayısının yanında kaldıktan sonra Selanik'e dönüp okulunu bitirdi.
Selanik Mülkiye Rüştiyesi'ne (ortaokul) kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye'ye girdi. Bu okulda matematik öğretmeni adına "Kemal"i ilave etti. 1896–1899 yıllarında Manastır Askeri İdadisi'ni (lise) bitirip İstanbul'da Harp Okulu'nda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu, Harp Akademisi'ne devam etti. 11 Ocak 1905'te yüzbaşı rütbesiyle Akademi' yi tamamladı.
1905–1907 yılları arasında Şam'da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu, Manastır'a atandı. 19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmay Başkanı olarak görev aldı; 1910 yılında Fransa'ya gönderildi, Manevralara katıldı. 1911 yılında İstanbul' da Genelkurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı.
CEPHEDE Trablusgarp ve Balkan Savaşları
1911 yılında İtalyanların Trablusgarp'a hücumuyla başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla Tobruk ve Deme bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911'de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşı'nı kazandı. 6 Mart 1912'de Deme Komutanlığına getirildi.
Ekim 1912' de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ataşemiliterliğine atandı.
Bu görevdeyken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Ataşemiliterlik görevi 0cak 1915'te sona erdi. Bu arada 1. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi.
ÇANAKKALE'DE
1914 yılında başlayan 1. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemal Çanakkale'de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine "Çanakkale geçilmez!" dedirtti. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazı' nı geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu yarımadasına asker çıkarmaya karar verdiler.
25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan kuvvetleri Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı'nda durdurdu. Mustafa Kemal bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6–7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda yeniden taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9–10 Ağustos'ta Anafartalar zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta İİ. Anafartalar zaferleri takip etti.
Çanakkale Savaşlarında 253 000 şehit veren Türk milleti onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal'in askerlerine "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!" emri savaşların kaderini değiştirmiştir.
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDA DİĞER CEPHELERDE
Mustafa Kemal, Çanakkale savaşlarından sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş Bitlis'in geri alınmasını sağladı. Şam ve Ha-teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917 'de İsıl'a geldi.
Veliaht Vahideddin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyahatten sonra hastalandı. Viyana ve Karli'a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918'de İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma yaptı 7. Ordu Komutanı olarak döndü.
Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918' de İstanbul'a gelip Harbiye Nezareti'nde göreve başladı.
KURTULUŞ SAVAŞI'NA DOĞRU
Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu'nu işgale başlamaları üzerine Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı.
22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı bildiriyle "Milletin istiklalini gene milletin azim ve kararının kurtaracağını" ilan edip Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırdı.
23 Temmuz-7Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4–11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılandı.
23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükümet başkanlığına Mustafa Kemal seçildi. Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli kanunları çıkarmış, uygulanmasını sağlamıştır.
KURTULUŞ SAVAŞINDA
Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir’i işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. Aralarında 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşmasını imzalayarak Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşan 1. Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı önce Kuvayı Milliye adı verilen milis kuvvetleriyle savaşıldı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuvayı Milliye-Ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle sonuçlandırdı.
Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Kurtuluş Savaşı'nın önemli safhaları şunlardır:
Sarıkamış (29 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü'nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı
Çukurova, Gaziantep, Kahraman Maraş, Şanlıurfa savunmaları (1919–1921)
I. İnönü Zaferi (6–10 Ocak 1921)
II. İnönü Zaferi (23 Mart–1 Nisan 1921)
Sakarya Zaferi (23 Ağustos–13 Eylül 1921)
Büyük Taarruz, Başkomutan Meydan Muharebesi ve Büyük Zafer (26 Ağustos–9 Eylül 1922)
Sakarya Zaferi'nden sonra 19 Eylül 1921 'de Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal'e Mareşal rütbesini ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'yla sonuçlandı. Böylece Sevr Antlaşması'yla paramparça edilen, Türklere 5–6 il büyüklüğünde vatan bırakılan Türkiye toprakları üzerinde, milli birliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması için hiçbir engel kalmadı.
CUMHURİYET'İN KURULUŞU
23 Nisan 1920'de Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu müjdelenmiştir. Meclis 'in Türk Kurtuluş Savaşı'nı başarıyla yönetmesi yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı. 1 Kasım 1922'de hilafet ve saltanat birbirinden ayrıldı, saltanat kaldırıldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu’yla bağlar koparıldı.
29 Ekim 1923'te Cumhuriyet idaresi kabul edildi, Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 günü İsmet İnönü tarafından Cumhuriyet'in ilk hükümeti kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti, "Egemenlik kayıtsız şansız milletindir" ve "Yurtta sulh, cihanda sulh" temelleri üzerinde yükselmeye başladı.
DEVLET ADAMI ATATÜRK
Ulu Önder Atatürk, 24 Nisan 1920 ve 13 Ağustos 1923 tarihlerinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına seçildi. Bu başkanlık görevi Devlet ve Hükümet Başkanlığı seviyesindeydi. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet ilan edildi ve Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Anayasa gereğince dört yılda bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilendi. 1927, 1931, 1935 yıllarında Türkiye Büyük Millet Meclisi, Atatürk' ü yeniden cumhurbaşkanlığına seçti.
Atatürk, sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde kontrol etti. İlgililere aksayan yönlerle ilgili emirler verdi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye'yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, komutanlarını ağırladı. 15–20 Ekim 1927 tarihinde Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan büyük nutkunu, 29 Ekim 1933 tarihinde de 10. Yıl Nutku'nu okudu.
İÇİMİZDEN BİRİ
Atatürk, özel hayatında sadelik içinde yaşadı. 29 Ocak 1923'te İzmir’de Latife Hanım'la evlendi. Birçok yurt gezisine birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 "tarihine kadar sürdü. Çocukları çok seven Atatürk Afet (inan), Sabiha (Gökçen), Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı çobanı manevi evlat edindi. Abdurrahim ve Ihsan adlı çocukları himayesine aldı. Hepsine iyi bir gelecek hazırladı.
1937 yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kız kardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Talih Kurumlarına pay ayırdı.
Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Zeybek oyunlarına, Rumeli türkülerine, güreşe aşırı ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan zevk alırdı. Sakarya adlı atıyla köpeği Fox'a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu. Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet eder, ülkenin meselelerini tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Tabiatı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği'ne gider, çalışmalara bizzat katılırdı.
Fransızca ve Almanca biliyordu. 10 Kasım 1938 saat 9.05'te, yakalandığı siroz hastalığından kurtulamayarak İstanbul’da hayata gözlerini yumdu. Cenazesi geçici istirahatgahı olan Ankara Etnografya Müzesi' ne getirildi.
ATATÜRK DİYOR Kİ KÜLTÜR, EĞİTİM, BİLİM
Türkiye Cumhuriyeti'nin Temeli kültürdür. 1936
Kültür, tabiatın yüksek verimiyle mesut olmaktır. Bu ifade içinde çok şey saklıdır. Temizlik, saflık, yükseklik, insanlık v.s... bunların hepsi insanlık vasıflarıdır. 1936
Milli kültürümüzü çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkaracağız.1933
Milli kültürün her çığırda açılarak yükselmesini, Türkiye Cumhuriyeti'nin temel dileği olarak temin edeceğiz. 1932
Asıl uğraşmaya mecbur olduğumuz şey yüksek kültürde ve yüksek fazilette dünya birinciliğini tutmaktır. 1932
Güzel sanatlarda başarı, bütün inkılâpların başardığının en kesin delilidir. 1936
Sanatsız kalan bir millettin hayat damarlarından biri kopmuş demektir. 1923
Sanatkâr, toplumda uzun çalışma ve çabalardan sonra alnında ışığı ilk hisseden insandır.1932
Biz hepimiz milletvekili olabiliriz, bakan olabiliriz, hatta cumhurbaşkanı olabiliriz; ama hiçbirimiz sanatkâr olamayız. Böyle olunca sanatkâr el öpmez, sanatkârın eli öpülür. 1930
Müziksiz hayat mevcut olamaz. Müzik hayatın neşesi, ruhu, sevinci ve her şeyidir. 1925
Bir ulusun değişikliğinde ölçü, müzikte değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. 1934
Bizim gerçek müziğimiz Anadolu halkında işitilebilir. 1930
Tiyatro bir memleketin kültür seviyesinin aynasıdır. 1932
Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki tekniğin gerektirdiği şeyleri yapmaz, itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur. 1923
Türk'e ev ve bark olan her yer sağlığın, temizliğin güzelliğin, modern kültürün örneği olacaktır. 1935
Dillin milli ve zengin olması milli duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil şuurla işlensin. 1930
Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan, yapana sadık kalmazsa değişmeyen gerçek, insanlığı şaşırtacak bir nitelik alır. 1933
Türk çocuğu atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır. 1930
Cumhuriyet döneminin kendi zihniyet ve ahlakıyla donanmış basınını yine ancak Cumhuriyet'in kendisi yetiştirir. 1925
Basın milletin müşterek sesidir. Başlı başına bir kuvvet, bir okul, bir öncüdür. 1922
Eğer cumhurbaşkanı olmasam, Eğitim Bakanlığı'nı almak isterdim. 1930
Eğitim işlerinde behemehal muzaffer olmak lazımdır. Bir milletin hakiki kurtuluşu ancak bu surette olur. 1922
Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. 1925
Dünyanın her tarafında öğretmenler, insan topluluğunun en fedakâr ve muhterem unsurlarıdır. 1923
Öğretmenler! Cumhuriyet, fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli muhafızlar ister. Yeni nesli bu özellik ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir. 1924
Okulun vereceği ilim ve irfan sayesindedir ki Türk milleti, Türk sanatı, ekonomisi, Türk şiir ve edebiyatı, bütün güzellikleriyle gelişir. 1922
Okul, genç beyinlere insanlığa saygıyı, millet ve ülkeye sevgiyi, bağımsızlık onurunu öğretir. 1922
Öğrenci her ne yaşta olursa olsun, onlara geleceğin büyükleri gözüyle bakılmalı ve öyle muamele edilmelidir. 1930
Büyük başarılar değerli anaların yetiştirdikleri seçkin çocukların yardımıyla meydana gelir. 1923
Bütün ümidim gençliktedir. 1919
Gençliği yetiştiriniz. Onlara ilim ve irfanın müspet fikirlerini veriniz. Geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız. 1927
Gençliğin çalışkan, hassas ve milliyetçi yetişmesi esas dileklerimizdendir. Gençlik her türlü faaliyetlerinde Cumhuriyet kanunlarına ve Cumhuriyet kuvvetlerinin usul ve kurallarına uymaya da dikkatli olmalıdır. 1933
Gençler benim gelecekteki emellerimi gerçekleştirmeyi üslenen gençler! Bir gün memleketi sizin gibi beni anlamış bir gençliğe bırakacağımdan dolayı çok memnun ve mesudum. 1937
Esas olan, bütün her yaştaki Türkler için beden eğitimi sağlamaktır. Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur sözünü atalarımız boşuna söylememişlerdir. 1937
Cihanda spor hayatı, spor alemi çok önemlidir. Bu kadar önemli olan spor hayatı bizim için çok daha önemlidir; çünkü ırk meselesidir, ırkın düzelmesi ve gelişmesi meselesidir ve hatta biraz da uygarlık meselesidir! 1926
Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim. 1937
Dünyada her şey için medeniyet için hayat için başarı için en hakiki mürşit bilimdir, fendir. 1924
Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve uygarlık yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir. 1933
Biz uygarlıktan, ilim ve fenden kuvvet alıyoruz ve ona göre yürüyoruz. 1925
Çalışmak demek, boşuna yorulmak, terlemek değildir. Zamanın gereklerine göre bilim ve teknik ve her türlü uygar buluşlardan azami derecede istifade etmek zorunludur. 1923
ATATÜRK VE ÇANKAYA
Atatürk, 27 Aralık 1919'da Ankara'ya geldiğinde önce Ziraat Mektebi'nde, sonra da tren istasyonundaki Direksiyon denilen binada oturdu. Ankara Belediyesi 1921 yılında Çankaya'daki eski bir bağ evini, "Kasapoğlu Köşkü"nü satın alarak Atatürk'e armağan etti. Atatürk'ün Çankaya' ya yerleşmesiyle birlikte, Çankaya yakın dönem Türk tarihinde önemli olayların cereyan ettiği, önemli kararların verildiği bir mekân haline geldi.
Atatürk, bugün müze olan köşkte Kurtuluş Savaşı'nın sıkıntılı günleriyle Cumhuriyet döneminin mutlu günlerini yaşadı. Annesi Zübeyde Hanım ve eşi Latife Hanım da bir süre burada oturdular. Kasapoğlu Köşkü, 1924 yılında Mimar Vedat ve Mimar Arif Hikmet Beylerin yaptığı ilavelerle bugünkü durumuna getirildi. 1926 yılında köşke kalorifer tesisatı yapıldı.
"Pembe Köşk" olarak bilinen ikinci Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nün planı Avusturyalı mimar Prof. Clemens Holzmeister'e aittir. Yapımına 1931 yılında başlanan köşk 1,5 yıl gibi kısa bir sürede tamamlandı. Üç cephesi Ankara taşıyla örülüdür. Hakim renkler Atatürk' ün sevdiği pembe ile yeşilin çeşitli tonlarıdır. Köşk'ün odalarının tavanları Türk usulü süslemelerle donatılmıştır.
Cumhurbaşkanlığı Çankaya Köşkü bahçesinde Atatürk döneminden hatıra üçüncü yapı, kız kardeşi Makbule Atadan için yaptırdığı "Camlı Köşk"tür. Mimar Seyfi Arkan tarafından planı yapılan köşkün inşaatı Nisan 1936'da tamamlandı. 1951 yılından itibaren yabancı konuklar köşkü, 1954–1970 yılları arasında Başbakan ve Senato Başkanı Konutu oldu. Halen "Devlet Konukevi" olarak kullanılmaktadır.
ATATÜRK ANITLARI
Cumhuriyet'in ilk yıllarında, heykel tıraşlarımız büyük anıtlar yapacak kadar ustalaşmamışlardı. Bu sebeple, ilk Atatürk anıtları olan Sarayburnu (1926) ve Konya Atatürk Anıtları (1927) Avusturyalı Heinrich Krippel'e yaptırıldı. 1927 yılında Ankara'da Ulus Meydanı'na ve 1931'de Samsun'a dikilen anıt da aynı heykeltıraşa aittir. 1928 yılında yapılan İstanbul Taksim Cumhuriyet anıtıyla, İzmir Anıtı (1932) ve Etnografya Müzesi önündeki anıt (1927) İtalyan Pietro Canonica'nın eseridir
Türk heykeltıraşlarının yetişmesiyle yurdun dört bir bucağında Atatürk anıtları, büstleri yapılmaya başlandı. Kenan Yontunç, Ali Hadi Bara, Yavuz Görey, Hüseyin Anka Özkan, Hakkı Atamulu, Nijat Sirel, Şadi Çalık, Hüseyin Gezer, Ratip Aşir Acudoğu, Nusret Suman, İsmail Gökçe, Ferit Özşen, Zühtü Müridoğlu, Gürdal Duyar, Tamer Başoğlu, Haluk Tezonar, Tankut Öktem, Metin Yurdanur ve Metin Haseki en çok Atatürk anıtı yapmış heykeltıraşlarımız arasındadır.
ANITKABİR
Atatürk, Ankara Etnografya Müzesi'ndeki geçici kabrine gömüldükten sonra Anıtkabir'in yapılması için 16 Aralık 1938 günü faaliyete geçildi. İki komisyon kuruldu. Anıtkabir'in Ankara'ya her yönden hakim Rasattepe'de yapılmasına karar verildi; 1939 yılında yeri kamulaştırıldı; 1941 yılında uluslararası proje yarışması açıldı.
Yarışmaya Türkiye'den 20, Almanya'dan 11, İtalya'dan 7, Avusturya, İsviçre, Fransa ve Çekoslovakya' dan olmak üzere 49 proje katıldı. Uluslararası jüri, 1942' de yaptığı değerlendirme sonucunda, Ord. Prof. Emin Onat-Doçent Orhan Arda, Alman Prof. Johannes Kruger ve İtalyan Arnoldo Foshini'nin projelerini birinci seçildi ve bunlardan Emin Onat-Orhan Arda ekibinin projesinin uygulanmasına karar verdi.
9 Eylül 1944'te temeli atılan Anıtkabir 1953'te bitirildi ve aynı yılın 10 Kasım günü Atatürk'ün naşı muhteşem bir törenle Etnografya Müzesi'nden alınarak Anıtkabir'deki ebedi kabrine konuldu.
Anıtkabir, Atatürk'ün kabri olmasının yanında, O'nun hayatını, Kurtuluş Savaşı'nı, inkılâpları canlandıran anıtsal bir yapıdır. Türkiye'nin en kabiliyetli sanatçıları Anıtkabir'i eserleriyle donatmışlardır. Heykeller, heykeltıraş Hüseyin Anka Özkan, rölyef ve yazılar Zühtü Müridoğlu, Kenan Yontunç, Nusret Suman, İlhan Koman ve Hakkı Atamulu, tavan süslemeleri Tarık Levendoğlu tarafından yapılmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)